TRT Avaz’da tekrarı yayımlanan Sözün Özü isimli programdan “kırpılan” bir bölüm sebebiyle birkaç gündür bir tartışma yaşanıyor. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer ile Marmara Üniversite Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ömer Türker’in hazırlayıp sunduğu program İslam düşünce geleneğine, tarihine ve sorunlarına dair konuların konuşulduğu oldukça verimli bir yapımdı.
Seçilen konu hakkında çalışmalar yapan bir hocanın da konuk olduğu programın mihmandarları İslam Düşünce Atlası üst başlığıyla yayımlanan kapsamlı çalışmayı da hazırlayan veya katkı sunan isimler.
Sözün Özü programının “İslam Türklere Neler Kazandırdı?” başlıklı bölümünde İbrahim Halil Üçer’in sözlerinin bir bölümünün bağlamından saptırılarak sosyal medyada servis edilmesi üzerine çıkan tartışma ise çok boyutlu ve çok sorunlu bir düzleme işaret ediyor.
Teyit.org yaptığı haberde Üçer’den aktararak konuyu şöyle özetliyor:
İbrahim Halil Üçer, aslında Ebu Hâmid Muhyiddin Muhammed b. Halil el-Kudsî'nin Zikrü Ma Zaharali Min Hikemi'l-lahi'l-Hafiyye Fi Celbi Tâifeti'l-Etrâk fî Diyâri'l-Mısrıyye (Türklerin Bilâd-ı Şam, Hicaz ve Mısır bölgelerinde hakimiyetlerinin içime doğan faziletleri hakkında risale) isimli eserinden bir alıntı aktarıyor. Üçer’in bu kitaptan alıntı yaptığını, 25. dakikadan itibaren Hikmetullah El-Haffiye eserinden bahsetmelerinden anlıyoruz.
Üçer’in ifadeleri şöyle:
“Buraya hocam daha ayrıntılı geleceğiz. Bu şeyden başlayalım mı? Kitabı analiz etmeye başladık. Kitabın şöyle bir giriş kısmı var, program başında Ömer Hoca da söyleyecekti. ‘Yani Türkler İslam toplumuna dahil olmaya başladıklarında bakıldığında hani insan demek için şahit istenecek vahşi bir toplumdu. Nasıl İslam bunları ehlileştirerek, efendime söyleyeyim, bir kemal ihsan etti.’ Bu hikâyeyi nasıl anlatıyor?“
Bu ifadelerin öncesi ve sonrasına bakmayan ulusçu-milliyetçi bazı çevreler “bu sözlerden hesap sorulmayacak mı?” şeklindeki itirazlarla Üçer’i hedef gösterip linç etmeye çalıştılar.
Hadisenin bu bağlamı anlamaya çalışmayan aksine anlamlandırmaya çalışan ancak anlam ve mana gibi sıcak sımsıcak kelimelerle hiçbir şekilde ilişkisi olmaya yoz tiplerin cehaletini bir kere daha herkese gösterdi. Mesele o kadar ayağı düştü ki işi gücü dezenformasyon ve yalan olan ırkçı Ümit Özdağ’ın partisi erinmeyip resmi sosyal medya hesabından Üçer’i şu sözlerle hedef aldı.
TRT Avaz’da Türk Milleti’ne hakaret eden bu zat, sözde Müslüman özde ise Türk düşmanı bir azınlık ırkçısı. Suriyelileri de kardeş diye bağrına basıyor olmalı. Zafer Partisi’ne ırkç diyenler, Türk düşmanlarıdır!
Yeniçağ vb. sağ-Kemalist yayın organları tarafından da linç ettirilmeye çalışan İbrahim Halil Üçer bu noktaya kadar sözleri çarpıtıldığı için yol bilmez iz bilmez "kitap düşmanlarının" hedefi haline geldi. Ancak bir süre sonra Üçer’in kendisini savunma şekli bambaşka bir sorunu ortaya çıkarttı.
En büyük Türkçü hangimiz?
İbrahim Halil Üçer’in çalışmalarında hakim Batı felsefesi karşısında Müslümanların İslam'ı apolojik bir üslupla yani karşıtına benzeterek, özür dilemeci bir şekilde savunmaya girişmeleri haklı olarak en temel eleştirilerin başında geliyor. İslamcılığın da sık sık düştüğü bu hata kompleksi, sinik ve müdaheneci bir tarzın ortaya çıkmasına sebep verdi.
İslamcılık açısından değerlendirildiğinde Seyyid Kutup ve Aliya İzzetbegoviç (Allah ikisinden de razı olsun) gibi şahsiyetlerin İslam’ın kendi başına bir bütün olarak yeterliliğini ve güçlü karakterini vurgulayan çalışmaları düşünce handikaplarının aşılması için oldukça önemli katkılar sundu. Yine de bu problem hala geçerliliğini koruyor...
Az evvel çizilen çerçevenin konumuz ile ilişkisi ise İbrahim Halil Üçer’in kendisini hedef alan ırkçılara karşı giriştiği izahlardaki savunmacı üslup ile yakından alakalı. Burada sadece Üçer’in tutarsızlığını göstermek derdinde değiliz. Linç kültürü ürkütücü bir şey olabilir. Bu durum onunla karşı karşıya kalan kişinin sonrasında izahı zor durumlara düşmesine de sebep olabilir. İnsan hata yapar. Ancak hata da ısrar izahı mümkün olmayan bir vasat ortaya çıkartır!
İbrahim Halil Üçer şu sözlerle muarızlarına cevap verdi:
Türklerin düzen ve medeniyet kurucu erdemlerini anlattığımız program tam aksi istikamette yorumlanıyor. Bir kitabın girişinde söylenenleri aktarıp “Bu hikayeye ne demeli?” diye sorduğum bir soru da bunları ben söylüyormuşum gibi lanse edilmiş.
İslam öncesi Türklerin “insan demek için şahit istenecek vahşi bir toplum” oldukları ifadelerine ateş püsküren ırkçılara karşı bu izah biçimi oldukça üzücüydü. Üçer sosyal medyada bu açıklamayla da yetinmedi.
Kendisini “ülkücü” olarak tanımlayan Doğan Öztaşkın isimli bir hesabın konu hakkındaki “Öyle bir dönemdeyiz ki; Türk'ü öveni, Türk'e taşlattırırlar, karşıya geçip kıs kıs gülerler.” şeklindeki gönderisini kendi hesabında paylaştı.
İbrahim Halil Üçer’in konu hakkındaki paylaşımları ise sırayla şöyle. Orada da yine aynı şekilde bir izah tarzı görülüyor.
Türkler Müslüman olmak suretiyle İslam medeniyetine neler kazandırdı, hangi güzel hasletleri yaygınlaştırdı?
— İbrahim Halil Üçer (@IHalilUcer) November 15, 2022
Bilginlere nasıl değer verirlerdi? pic.twitter.com/5ptcYriEjv
Sözün Özü:
— İbrahim Halil Üçer (@IHalilUcer) November 15, 2022
Türkler Araplara
“Türk’ün zulmü Arab’ın adaletinden yeğdir”
sözünü söyletmiş bir millettir.
Mesele millet olarak bu hasletleri nasıl yeniden kazanacağımızla ilgili,
Vesselam. pic.twitter.com/Dbh8yG86Mw
Irkçılar tarafından akıl ve ahlak dışı bir şekilde hedef gösterilen Üçer’in ortaya koyduğu yaklaşım tarzı özür dilemeci bir muhtevaya sahip ne yazık ki. Az kalsın “en büyük Türkçü aslında biziz” şeklinde zaaflı bir durum ortaya çıkacak. Vaziyet böyle olunca bir Müslüman ırkçılar tarafından ahlaksızca hedef gösteriliyor zannıyla takip edilen tartışma Türk'ün Türk’e propagandasına dönüşüyor!
Cahiliye sadece Araplara özgü bir durum mu?
Herkesçe bilinen ve Hz. Ömer (r) tarafından aktarılan bir rivayet şöyledir:
“Cahiliye devrinde yaptığımız iki şey vardı ki bunlardan birini hatırladıkça güler, diğerini hatırladıkça ağlarım. Helvadan put yapıp tapar, acıktığımızda yerdik. Bunu hatırladıkça gülerim. Ağladığım şey ise kızlarımızı diri diri toprağa gömmemizdir.”
İslam öncesi Araplarda vaziyet böyleyken İslam öncesi Türklerde durum nasıldı? Kültür Bakanlığı tarafından basılan Prof. Dr. Abdülkadir İnan’a ait olan “Eski Türk Dini Tarihi” isimli eserde bu konu ile ilgili epeyce veri var. İnan’ın çalışmasından uzunca bir bölümü mevzunun anlaşılması için olduğu gibi buraya alıyoruz:
"Gök Türk'ler tanrılarının suretlerini keçeden yaparlar ve deriden yapılmış torbalar içinde saklarlardı. Bu suretleri iç yağı ile yağlarlar ve sırık üzerine dizerlerdi. Yılın dört mevsiminde bu putlara kurban sunarlardı (Eberhart, 87). Bu putlar bu günkü Altaylı şamanistlerin tös, yakutların tanara, Moğolların ongon, tesmiye ettikleri putlardır.
…
Defin töreninde ağlıyanların yüzlerini parçaladıkları, kulaklarını ve saçlarını kestikleri zikrolunu-yor. (Orhun kitabeleri II. yazıtın güney tarafı 12. satır: "Saçlarını, kulaklarını biçtiler"). Gök Türk'ler büyük Yog (yas) töreni ve âyinleri yaparlardı. IX. yüz yıldan itibaren eski Türk'lerin dinleri hakkında İslâm - Arap coğrafyacı ve tarihçilerinin eserlerinde epeyce malûmat verilmeğe başlamıştır. Eski Türklerin defin ve yas törenleri İslâm kaynaklarında da, tıpkı Çin kaynaklarında anlatıldığı gibi, tavsif edilmiştir. Hicretin 110. yılında (M. 728) bir Türk kumandanının ve Hicretin 121. yılında (M. 739) Türk hükümdarlarından Kürsul Hanın ölümleri münasebetiyle yapılan defin ve yas törenleri Tabarî'de (Cilt II, S. 1520, 1691) tavsif edilmiştir. Eski Türkler ölülerinin hatırasına büyük aş (ziyafet) törenleri yaparlar, zenginler yüzlerce hayvan keserlerdi. Hazırlanan yemeklerden bir kısmını ölünün mezarı üzerine dökerlerdi. Bu müşrik âdetinin izlerine doğu ve batı Müslüman Türk'leri arasında rastlandığı etnografya ve folklor meraklıları tarafından tesbit edilmiştir.
Eski Türkler cahiliyet çağında kişioğlunun basit aklına hayret veren tabiat olaylarına taparlardı. Mahmud Kâşgarî (Divanü Lügat it-Türk III, 278 - 279, çevirme 377) ‘Tanrı’ kelimesini izah ederken şöyle diyor: Tanrı - yüce ve ulu Allah... helak olası kâfirler göğe de Tanrı derler. Yine böyle büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her nesneye Tanrı derler. Bundan dolayı da buna benzer nesnelere yükünürler (secde ederler). Yine bunlar bilgin kimseye de tenrıken derler. Bunların sapıklıklarından Allah'a sığınırız.
Büyük İslam âlimlerinden El-Birûnî, Oğuz Türklerinin bir pınar yanındaki yere [kayaya] ve üzerindeki izlere secde ettiklerini ve şayanı hayret bereketli olan bu pınarı şöyle tavsif ediyor:
[Tus ile Abraşehir arasında bulunan küçük göle benziyen] tatlı sulu bir pınar Kimâk ülkesinde Menkür denilen dağda bulunuyor. Bu pınar büyük bir kalkana benzer. Suyu kenarı ile bir seviyededir. Bu pınardan ordu içse bile suyu bir parmak kadar dahi eksilmez. Bu pınarın yanında [kayada] secde eden bir insanın ayak ve parmaklariyle elinin ve dizlerinin izleri vardır. Yine bir çocuğun ayak ve eşeğin tırnak izleri bulunuyor. Oğuz Türkleri bunları gördüklerinde yere kapanırlar [secde ederler]". Eski Türklerde su kültü de çok yaygın olmuştur. XI. yüzyılda Irtiş ırmağı boyunda yaşıyan Ki-mâk kabilesi Gardizî'nin verdiği malûmata göre ‘trtiş ırmağına taparlar, su, Kimâkların Tanrısı derlerdi. Aynı müellif, Tügiş ve Çiğil Türklerinin bir dağı Tanrının makamı saydıklarını ve onunla yemin ettiklerini yazıyor. Mani veya Buda dininde oldukları halde dokuz Oğuzlar, ülkelerindeki büyük bir dağa taparlar. Ve o dağa kurban keserlerdi.’”1
Baştan sona cahiliye adetlerini yaşatan İslam öncesi Türklerin vaziyeti de cahiliye Araplarından hiç farklı değil! Durum böyle olunca ırkçıların “insan demek için şahit istenecek vahşi bir toplum” sözü üzerinden koparılan kıyamete ne demek gerekmektedir? İslam ile şereflenmeyen kimse ister Arap ister Türk isterse Kürt olsun insan demek için şahit istenecek vahşi bir topluma mensuptur!
İbrahim Halil Üçer bu şekilde bir ifadeyi bu bağlamda kullanmamış olsa da hedef gösterildikten sonra özür dilercesine “Arapların imrendiği Türklerin faziletlerini” anlatma ihtiyacına girişmiş olması Türkiye Müslümanlarının düşünce sorunlarının özetini sunuyor demek hatalı olmayacaktır.
Müslümanların düşünce gelenekleri üzerine çalışan, insanın âlemdeki yeri ve verili hakikatin varoluşumuzla ilişkisine dair göz arzı edilemeyecek müktesebata sahip olan bir Müslüman varlık alemindeki yerini Türklük veya daha ılımlı ifadesiyle Türk-İslam dairesi içerisinde mi anlamlandırıyor?
Mağripten Cabiri’nin Arap-İslam eksenine yerleştirmeye çalıştığı, Şiiliğin düşünüş biçimiyle yakından ilgili olan ve İranlı düşünürler tarafından Fars-İslam eksenine oturtulan İslam düşünce geleneği şimdi de Anadolu/Osmanlı -ne derseniz deyin- merkezli olmak üzere birileri tarafından da Türklük veya Türk-İslam eksenine mi alınmaya çalışıyor?
Oldukça düşündürücü bir tablo ortaya çıkartan bu durum İslam’ın Araplık, Farslık veya Türklük parantezine alınmasından başka bir şey değildir! Kim İslam ile şereflendikten sonra başına veya sonuna bir başka isimlendirme veya tasniflendirme bulmak istiyorsa öyle veya böyle aslolandan taviz vermek zorunda kalacaktır. Görüldüğü üzere “Türklerin düzen ve medeniyet kurucu erdemlerinden” bahsettiğinizi söyleseniz de artık milliyetçiliğin sahasına girdiğiniz için birileri sizin "milliyetçiliğinizi" dahi yetersiz bulacak ve daha fazlasını isteyecektir.
Muttakiler nerede!
Hâlbuki Allah Resulü’nün (sav) yanındaki Müslümanlar için mesele oldukça basitti. Beyhaki'nin aktardığına göre sahabeden bir grup, bir halka yapmış oturmuş, aralarında sohbet ediyorlardı. İçlerinden birisinin Hz. Selman ile bir problemi vardı. Selman-i Farisi, Mescid-i Nebevi’nin kapısından girdiğinde, onunla sorun yaşayan kişi Selman işitecek şekilde konuyu değiştirdi. Etrafındaki arkadaşlarına, “Soyun-sopun nedir, sülalen nereye dayanıyor, hangi kabiledensin?” diye sormaya başladı. Cevap olarak her birisi kendi soyunu-sopunu anlattı. Birisi dedi ki:
“Ben Mudar kabilesindenim, falan oğlu falanım.” Bir başkası, “Ben Evs kabilesindenim, benim babam Medinelilerin en şereflilerinden falan oğludur. Dedem şudur, dedemin babası şudur.” diye, kendi soyunu-sopunu anlatmaya başladı. Bir başka sahabe, “Ben de Temim kabilesindenim, falanın oğlu falanım.” Bir başkası “Ben Hazrec kabilesindenim.” Bir başkası da “Ben de Kureyş kabilesindenim, insanların en şereflilerinin soyundanım” dedi.
Sohbet bitince sohbeti yöneten zat, Hz. Selman’a döndü: “Ey Selman, senin soyun-sopun nereye dayanıyor? Sen nerelisin, sen hangi kabiledensin?” diye sordu. Selman (r) şöyle cevap verdi:
“Ben dalalette, sapıtmış bir insandım, Allah beni Muhammed (sav) ile hidayete erdirdi. Ben fakir, yoksul bir insandım, Allah beni Muhammed (sav) ile zenginleştirdi. Ben basit bir köle idim, Cenab-ı Hak beni Muhammed (sav) ile özgürlüğüme kavuşturdu. Benim soyumu-sopumu öğrenmek mi istiyorsunuz? Ben de İslâm oğlu Selman’ım.” dedi.
Hz. Ömer uzaktan bu sözleri duydu, ayağa kalktı, topluluğun yanına geldi. Onlara dedi ki, “Benim de soyumu-sopumu öğrenmek istiyor musunuz? Ben de İslâm oğlu Ömer, İslâm oğlu Selman’ın kardeşiyim.” dedi.
Allah Resulü de (sav), “Selman Ehl-i Beyt’tendir.” buyurmuş ve Ehl-i Beyt’ten olmanın soy-sop ile değil akide ile ilişkili olduğunu kastetmiştir.
Modernliğin ulus devletler düzleminde inşa ettiği milliyetçilik dünyasında Müslümanların itikadları bir şekilde kategori dışı ilan edilmek isteniyor. Bugün imanını korumak ve hakim paradigmanın kuşatmasına karşı İslam’ın şerefiyle mücadelesini sürdürmek isteyen her Müslümanın milliyetçilik ile olan savaşı varoluşunun zorunlu şartıdır! Kimse ne gerekçe ile olursa olsun Müslümanlığına az veya çok cahiliye artığı bulaştıramaz. Zira nur ile karanlık, hak ile batıl yan yana gelmesi mümkün olmayan şeylerdir!
Çalışmalarından bütün Müslümanların istifade ettiği kıymetli hocaların hitap ettikleri kitleler de düşünüldüğünde perspektifleri ve tavır alış biçimleri örneklik teşkil etmesi açısından çok önemli ve hassas bir yerde durmaktadır. O halde bunun sorumluluğuna göre hareket etmek gerekmektedir. Allah cümlemizi ıslah etsin!
İmam Gazali’nin (Allah ondan razı olsun) İhya’sından konu ile alakalı bir bölümü aktararak sonlandıralım.
Resul-i Ekrem’e:
-“İnsanların en akıllısı, en keremlisi kimdir?” diye sorulduğunda, Resul-i Ekrem:
-“Benim mensup olduğum aileye mensup olandır.” buyurmadı da:
-“Onların en keremlisi, ölümü en çok hatırlayıp, onun için en çok hazırlanandır.” buyurdu. (c. 3 s. 800)
İmam Gazali aktarmaya devam ediyor. Resul-i Ekrem şöyle buyurdu:
“Allahu Teala, muayyen olan kıyamet günü için bütün canlıları mahşer yerine topladığı vakit, yakındakiler gibi uzaktakiler de aynı şekilde duyacakları bir sesle karşılaşırlar. Bu ses şöyle der:
Ey insanlar! Sizi yarattığımdan bugüne kadar, hep ben sustum da sizi dinledim. Bugün siz susun da beni dinleyin. Bugün size amellerinizin karşılığı verilecektir. Ey insanlar! Ben sizin aranızda bir nesep, asalet koydum; siz de kendi aranızda bir nesep tayin ettiniz. Benim koyduğum nesebi düşürdünüz ve kendi nesebinizi yücelttiniz. Ben en keremliniz en çok muttaki olanınızdır, dedim. Fakat siz buna yanaşmadınız da, falan zâde falan, dediniz. İşte bugün ben de sizin koyduğunuz asaleti düşürür ve kendi koyduğum asaleti yüceltirim. Muttakiler nerede!” (c. 4 s. 296)
[1] Abdülkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı, 1976, s. 181-182-183-184