Bazen hayatın keşmekeşinden sıyrılıp etrafa bakındığımızda, farklı halleri algılama yeteneğimizin varlığına, insan ruhunun yaşamın içinden geçişlerle bizlere göz kırptığına şahit oluyoruz.
Bekleme salonundaki bekleyiş esnasında böyle bir duygu yoğunluğunun ortasında buldum kendimi. Hiç birimiz sözleşmemiştik aslında. İnisiyatifimizin dışında gelişen bir buluşma haliyle ortak bir mekânı teneffüs ediyorduk hep beraber. Görünüş itibariyle kendini ele veren duruşların yanında hiçbir belirti ve emarenin hissedilemediği yüzler de vardı karşımda. Kızgın, tedirgin, endişeli, uyuşuk, kibirli, gururlu, durgun ve dalgın bakanın yanısıra, iyimser ve sakin insan profillerini de gözlemlemek mümkündü bu mekânda. Sıkıntıdan patladığını hissettiren siyahi kardeşim ufak harflerle konuşuyor. Hararetli bir şekilde hem de. Anlattıklarından çok heyecanlı olduğunu gözlemek mümkün. İçi yanmış denilecek bir yüz ifadesini içerlenmesinden anlıyorum. Berisinde duran, köpeğine sarılmış küpeli genç delikanlı, o kadar sükûnet dolu ki. Finonun bütün yaramazlıkları dokunamıyor bu sükûnetine. Bebeğin arabasını bir ileri bir geri götürüp, yerinde döndürüp duran annenin telaşında, uykuyu bebeğe bahşetmek gizli. Ritmik hareketlerin cuşu huruşuna bebek yeniliyor en sonunda. Uykunun o emniyet dolu kollarına kendisini teslim ediyor oracıkta.
Arada bir de olsa, kitaba gömülen başımı kaldırdığımda, sıra bana gelmiş çoktan, yeni farkediyorum. Karşıda duran iki başörtülüyle duygu diliyle bir bağ kurmuşuz ki, her yüzümü çevirdiğimde göz göze çok şey anlatıyoruz birbirimize. Aynı dili konuşmanın yüzümüze bıraktığı tebessümü herkesin görmesi mi gerekir acaba? Yöneldiğimiz kıblenin, bizi ayrıştırıcı bütün güçlere karşı, nasıl bir birleştirici rol üstlendiğine şahit oluyoruz o an.
Duyarsız gencin, ortamın sessizliğini bozan sesi ise, sevgiliye aşkı tazelemenin derdinde diye düşünürken, özürlü çocuğun çığlığını duyuyoruz birden. Ürkmüş sesten, belli. Önceliği yüreği çocuğunun haliyle yanan anneye veriyorum hemen. En kalbi duygularla, şükranlarını sunarak, sevincini de gizlemiyor benden. Birini mesut etmenin haklı gururunu taşımak gerektiğine inanmıyorum zaten. Yeryüzünde daha nice mutlu olmayı bekleyen çehrenin varlığını hissettiğimden olsa gerek.
Resmi işlemimi bitirip çıkış kapısına doğru ilerlediğimde binbir düşüncenin beni sardığını hissediyorum. Ani bir kararla, kütüphaneye doğru yöneliyorum. Tanıdık bir simayı görmenin heyecanı sarıyor. Selamlaşmanın ve ayaküstü de hasbihal etmenin dayanılmaz tadını özümsüyorum.
Ortamın sessizliğine kendimi mahkûm ediyorum. Gürültülü havanın delemediği, yakaladığım sessizliklerin hepsi bende saklı duracak yine. Derin bir kuyunun en dibi gibi burası. Ama aydınlık, ama pak, ama temiz. Koltuğuna gömülüp okuyan, masa etrafında halka olup gazeteleri karıştıran, biraz ileride kahvesini “höpürdetmeden” içenlerin varlığı asla rahatsız etmiyor beni. Merdiveni ritmik ama büyük bir sessizlik içinde çıkma telaşındakilere takılıyor gözüm. İnenlerden, her hallerinden anne kız olduklarını anladığım, sıkıca annesinin elini tutan şirinin ise, henüz okula başlama yaşının gelmediğini anlıyorum, çok kısa boyundan. Oyun alanına ayrılmış bölüme doğru yönelmeleri epey sevindiriyor ufaklığı. Okumanın ilk heyecanını daha okuma yazmayı sökmeden alabilirsiniz bu ortamda. Resimli dünyanın her türlü heyecanı, bu atmosferde yakalayabiliyor biz ve çocukları. ‘Keşke oğlum da yanımda olsaydı’ diye bir iç geçirdim, annelik merhametiyle. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan dış dünyayla tekrar bağ kurmam gerektiğini hatırlatıyor, telefonumun titreşimdeki hali.
Dışarıda kulakları uğuldatan rüzgârın serin havasını içime çekmek için çabalamam gerekmiyor. Cehdimin yersizliği beni soğuğa bırakacak, öyle hissediyorum. Yalpalaya yalpalaya da olsa ilerliyorum. Yanımdan geçen yüklü kadının elindeki içki şişesi bir hayli üzüyor beni. Kadına mı, bebeğe mi yanayım karar veremiyorum. Önceliğin kime düştüğünü düşüne dururken, yaşlı ninenin hem çevikliği, hem de şık, temiz ve zarif hali etkiliyor beni. En bakıma ihtiyacın olduğu dönem diye geçiriyorum içimden. Elden ayaktan düşmemenin de bir yolu belki diyorum, kendine iyi bakmak.
İnsanları tanımlarken, genel hallerle tanımlamanın bir sakıncasının olmadığını biliyorum. Fakat insanın içinde bulunduğu anın her an değişmeye müsait bir hazineyi de barındırdığını, değişmez kalıpların içinde ne kendimizi ne de başkasını hapsetme lüksümüzün olmadığı yargısının da önkabulüyle, esnek bir düşünce eşliğinde yürüyorum. Nefessiz kalır ya bazen insan, bir köşeye sinmeden, oracıkta yığılı verecekmiş gibi, içi boşalmış ruhu çekilmiştir sanki. O şekilde kıpırtısız durup izlemenin, paylaşılan hayatların çoğaltışında buldum kendimi. Çevreyi dinlemenin keyfinde, umudun kucağında, var olmanın var olmaya çalışmanın direncinde dinledim etrafımı.
Kareleri birleştirmenin ve resmi tamamlamanın akabinde, hızlı adımlarla, kaçıracağım trene doğru beyhude bir koşturmacanın kucağında buldum kendimi sonra. Dönüp arkama baktığımda, sevilen şeylerin ve söylenenlerin hayatımızı şekillendirdiğini, ruh dünyamızı nasıl da inşa ettiğini gördüm. Yeni anlamları kodladım oracıkta, hayatın geri kalan hafıza kaydına.
Yüreğim adımlarıma dokunamadı, beraber bir ömrü geçirecek olmanın haklı yardımlaşmasında buluşmuş olmayı yeğledi.
Güçlenerek yol alıyoruz şimdi.