On dokuzuncu yüzyıl macera romanlarının babamın çok sevdiği bir bitiş klişesi vardır, kahramanı için şöyle der:
“Uzun maceralardan sonra evine döndü.”
Zavallı roman kahramanının o “uzun maceralarda” başına neler geldiği, neler yaşadığı, neler çektiği anlatılmaz, kimse de fazla aldırmaz zaten.
Ben de “uzun maceralardan” sonra döndüm.
İtiraf edeyim ki epey hırpalandım.
Türkiye gibi bir yerde, iyice sefilleşmiş, çivisi oynamış, hırsızlığa, cinayete, çeteciliğe dayalı bir sisteme muhalefet eden, hem siyasi iktidarı hem de ordunun gizli iktidarını eleştiren “gerçek” bir gazete kurmaya kalkmanın bütün belaları sırtımıza yıkıldı.
Neredeyse patronundan çaycısına kadar her elemanının mahkemelere verilmiş, haklarında dava açılmış olmasını saymıyorum.
Bu, bizim ülkede zaten beklenen bir şeydi.
Ama bizzat bu sistemin kendisi için bile şaşırtıcı olacak derecede insafsız parasal kuşatmalarla boğuşmak bizi çok zorladı.
Kapanmanın eşiğine geldiğimiz zamanlar yaşadık.
Hayatımda hiç konuşmadığım kadar çok insanla konuştum, hayatımda hiç kimseden bir şey istememekle övünürken bu gazeteyi yaşatabilmek için neredeyse rastladığım herkesten bir şeyler istedim.
İstemenin utancını, böyle bir gazetenin gerekliliğine inandığım için üstlendim, hiç uyumadığım, sabahlara kadar sigara içerek kıvrandığım gecelerden geçtim.
Yetmiş milyonluk bir ülkede, doğruları söyleyecek demokrat bir gazeteyi çıkarma yükünün iki genç adamın, Başar Arslan’la Savaş Arslan’ın sırtına yıkılmasına öfkelendiğim, onların sırtına böyle ağır bir sorumluluğun binmesine çaresiz bir seyirci olarak bakmanın kızgınlığını yaşadığım, en zor, en ağır, en sıkıntılı zamanlarda bu iki genç insanın benim odama hep gülümseyerek girmeye gayret etmelerini görmenin duygusal sarsıntılarıyla zedelendiğim oldu.
“Lanet olsun, kapatalım gitsin” diye uyanıp, “hayır, sonuna kadar direneceğiz, dövüşeceğiz” dediğim günlerle geçti zamanım.
Özellikle darbe ve ordu yanlısı gazetelerin “Ergenekon” konusundaki o aşağılık yayınlarını görmek, “darbecilerin, darbe kışkırtıcılarının yakalanmasını” fütursuzca “siyasi iktidarın muhaliflerini susturmak” olarak nitelemelerindeki yüzsüzlüklerine tanık olmak direncimi ve kararlılığımı arttırdı.
Bu gazetenin gerekliliğine onları her okuduğumda biraz daha inandım.
Sadece ben değil bu gazetedeki herkes inandı.
Çocuklar tam iki buçuk ay beş kuruş para almadan bütün özverileriyle çalıştılar.
Evlerine para götüremediler, kiralarını ödeyemediler, kapılarından elektrik saatleri sökülenler oldu, gazeteye gelmek için yol parasını bulamadıkları zamanlar oldu.
Başar’la Savaş hayatlarında görmedikleri kadar büyük sıkıntılarla karşılaştılar.
Okuyucularımız, ellerindeki küçücük paraları bizimle paylaştılar, bizi yaşatabilmek için bu kavgaya katıldılar.
Ama hepsi dayandı, hepsi direndi.
Sonra Mehmet Betil geldi.
Bütün hesaplarımızı çıkarttık.
Öncelikle şunu gördük ki böyle bir gazeteyi sürdürebilmek için jet sosyetenin binmekten hoşlandığı süper lüks bir yatın iki haftalık kira parası kadar taze para bize yetiyor.
O kadar “nakit” parayı bulamamak bizi boğuyor.
Mehmet, gerekenden de fazla taze parayı koydu.
Nefes aldık.
Önümüzdeki on yılın stratejisini belirledik.
Bu ülkenin birbirine yabancı hatta düşman gruplarını biraraya getiren, onlara birbirini tanıtan, onları birbirine yakınlaştıran, onları “demokrasi” gibi ortak bir inançta birleştiren bir gazetenin önümüzdeki on yılda bu ülkenin en büyük gazetesi olmaya aday olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bunu bilmek bizi güçlendiriyor.
Ama bununla yetinmedik.
İntikamcı siyasetçi, öfkeli general, kaypak bankacı, ödlek zengin, sözünden dönen dost cehenneminin yaşandığı bu ülkenin kezzapla dolu sığ çukurunda bu gazeteyi sağlam tutabilmek için dünyaya açılmaya karar verdik.
Dünyanın “demokrat” gazetelere fon açan basın kuruluşlarıyla temasa geçtik, bir kısmıyla anlaşmaya vardık, bir kısmıyla görüşmelerimizi sürdürüyoruz, Avrupa’nın en prestijli gazeteleriyle yayın ortaklığı için son aşamaya geldik.
Bize en zor zamanlarımızda destek olan okuyucularımızla ve dünyalı bir gazete olmanın güveniyle, Türkiye’nin iğneli fıçısında çalkalanmadan devam edecek bir noktaya nihayet vardık.
Artık rahatız ve sağlamız.
“İstersem var ederim, istersem yok ederim” diyen Türkiye’nin efendileri ellerinden geleni ardlarına komasınlar şimdi.
Biz bu gazeteyi çıkarırken söz verdiğimiz gibi bütün gerçekleri açıklamaya devam edeceğiz.
Okuyucularımız çoktan “dostlarımız” haline geldiler, belki de eşine hiç rastlanmamış bir güçle sarıldık birbirimize ve birlikte “dostlarımızın” sayısını artırarak yürüyeceğiz.
“Uzun maceralardan” sonra geri döndüm.
Ama çok yoruldum.
Şu anda değil bir insan sesi, bir kuş cıvıltısı bile duymaya dayanamayacak haldeyim.
Mutlak bir sessizliğin içine gömülmek ve birkaç gün orada kıpırdamadan, konuşmadan, anlatmadan, dinlemeden durmak istiyorum.
Bir hafta sonra burada olacağım.
Acıları arkada bıraktık ama bu korkunç günlerde okuyucularımızla, gazetede çalışan çocuklarımızla, yazarlarımızla, yöneticilerimizle, gazetenin sahipleriyle birlikte verilen mücadelede herkese duyduğum minneti ve onların gösterdikleri direncin bende yarattığı sevinci de tek başıma yaşamak istiyorum.
Zor vakitlerde elimden geldiğince sağlam durmaya gayret ettim ama şimdi o insanların en güç koşullarda nasıl mücadele ettiklerini düşündüğümde belki biraz gözlerim dolar, buna da kimsenin tanık olmasını istemem, ne de olsa serde erkeklik var.
TARAF