Büyüme çağımızda öncelikli kutsallarımızdan birisi de, cuma akşamları belirli sûreleri yüzünden veya ezbere okunan Kur’an mushafı idi. Kendi tarihi zaaflarımız vardı; ancak egemen Batı’nın coğrafyalarımızdaki işbirlikçileri eliyle oluşturduğu yabancılaşma anaforu daha yakıcıydı.
Ama mushafın sayfalarını bir gün anlamaya çalıştığımızda ve tanıştığımızda onun yaşayan taşıyıcılarıyla, fıtri olan adalet ve özgürlük arayışlarımız mecrasına yönelmeye başlamıştı.
Kuşatıldığımız coğrafyamızda yeniden var olmak iradesini kuşanırken ödünç iki kavramla da karşılaşmıştık. Demokrasi ve devrim. Yani demokratik mücadele ve/ya da inkılapçı/devrimci hareket.
İki yol başı, iki umut.
Bu umut kapılarının doğru istikamete açılıp açılmadığını ölçebilecek birikimimiz de henüz olgunlaşmamıştı. Ezilmiş, sindirilmiş yıllardan geliyorduk çünkü…
Kur’an bütünlüğünde bir arınma ve tövbe, Resulullah’ın (s) vahyin doğrultusunda gösterdiği tertil fıkhıyla bir bilinçlenme, tutarlı bir tarih ve toplum değerlendirmesiyle durum muhakemesi, yeniden ıslah ve inşa için sünnetullah’ı kavramak gibi meziyetlere ulaşanlarımızın da kazanımları sonradandı.
Yani Türkiye topraklarında 1970’li yıllardan sonraki süreç, ıslah önderleriyle ilişkisi kesilmiş bir İslami duyarlılığın el yordamıyla yeniden ayağa kalkma niyetini izhar etmişti.
Elde ettiği parça doğrularla rehberliğini oluşturmaya niyetlenen; ama özlem ve hayalleri gerçekliğini kuşatamayan heyecanlı bir süreçti bizimkisi. İtikadi ve siyasi donanım eksikliğini hasenat faaliyetleriyle, günübirlik planlar ve ödünç tezlerle takviye etmeye çalışan bir süreçti Türkiye’de biriktirmeye çalıştığımız.
Yani Türkiye İslami uyanış süreci.
85’li 95’li yıllar, kirli kimliklerden arınma heyecanı ve inananlarla dayanışma ruhu yanında, öğrenme ve tahkik çabalarımızın zirve yaptığı yıllardı.
Bu sürecin içinde bilinç temelli fikri ve vahyi bir inşa çabası da vardı. Kur’an’ı, Sahih Muhammed’i Sünnet’i kavrama ve yaşatma; karşılaştığımız çağdaş sorunlara nass temelli cevaplar oluşturabilme çabası...
Yani Türkiye’nin Tevhidi bilinçlenme süreci.
Her ikisi de biraz geç kalmış bir süreçti. Süreç sözcüğü zaten tamamlanmamışlığın bir ifadesi. Daha doğrusu dar ağacında binlerce alimini ve hizmet erini yitirmiş olarak İstiklal Mahkemeleri zulmünün travmalarını üzerinden söküp atmakta biraz gecikmiş bir süreç.
Gayretler hâlen devam ediyor. Etmeli de. Çünkü bilinçlenme ve yorumlama sürecimiz, hayattaki akışkanlık devam ettiği sürece bir mektep olarak yaşayabilmeli.
Artık bilgiye ulaşmak isteyenler için çorak toprak yeşermişti. Artık bilgi eksikliğimiz mâzeret değildi. Eksiklik adap da, üslup da, birlikte iş yapabilme becerisini elde edecek hasbilik, isar ve adanmışlık bilincindeydi.
Uzun erimli ideallerimizi ilkin kendi aramızda, şura temelli birlikteliklerimizde yaşatabilme aşamasına geldik mi gelmedik mi sorusu diğer gündemleri biraz âfakileştiriyor.
Şu anki stratejik aşamamız, kendimizi inşa ederken hazarda veya seferde var kalabilmek ve geleceğimize hazırlanabilmek için varlığımıza ve ümmetin diri kollarına özgürlük alanları açabilmek istikametinde.
Niteliğimiz, dayanışmamız ve birlikte iş yapabilme ahlakımız geliştikçe, tabii ki istikametimizin merdivenlerinden tırmananlar çoğalacaktır.
Yerel ve küresel vesayet sistemlerini en fazla ürküten de, uyuyan devi uyaracak olan duyarlılığımız; eğitecek ve mücadele saflarına katılım niteliğini çoğaltabilecek kolektif bilinçlenme düzeyimizdir.
Tevhidi bilinç duyarlılıktan güç almalı, duyarlılık bilinçle kucaklaşmalıdır.
En önemlisi ise tevhidi mücadele sürecinin iç ve dış barikatları aşabilecek veya baskılara direnebilecek kuşatıcı bir uslûbu, hikmeti ve dirayeti kuşanabilmesidir.