Ütopya ve eleştiri

Halil Berktay

10 Aralık Hareketi adına neredeyse iki yıl önce verilmiş bir demeci neden Atatürkçülüğü tartışalım ama Atatürk’e pek dokunmayalım diye anladığımı ve tabii çok yanlış bulduğumu anlatmam, epey uzun sürdü korkarım.

Çok mu gereksizdi ? Bana göre değil, çünkü bilvesile, “sosyalizmin bilimi”ne göre “tarihin yönü”nü, devrimleri ve devrim sonrası toplumları da biraz tartışma fırsatını buldum. Her neyse; bitti ve şimdi, 6 mart cumartesi sabahı erkenden, nihayet yeni bir konuya başlayabiliyorum.

Kendi kendime söz verdim, biliyorsunuz; Roni Margulies’in 2 Aralık ’09 yazısının büyük iddiasını sorgulayacağım. Fakat bence bu sadece olgusal, ampirik bir sorun, yani “fiiliyatta öyle mi, böyle mi oldu” sorusu değil. Ardında bütün bir “tarihsel düşün(ebil)me” problemi var. Bu da Roni’yle ufak bir polemiği çok aşıyor. Okullarımızda, öğretimimizde derin ve yaygın bir sorun. Örneğin milliyetçi popüler kültürde nereye baksam, karşıma bir tarihsel düşünmeme, düşünememe sakatlığı çıkıyor. Dolayısıyla buradan başlamak istiyorum.

Tesadüf, daha dün kendimi bu meseleyle yüz yüze buldum. Bir meslektaşımın Yunanlı doktora öğrencisi, tezi hakkında görüşmek istemişti. Hayli uzun sürdü; bir yığın sorusu vardı, mülâkat yaptığı bütün tarihçilere standart bir anket halinde sorduğu. Üç dört saatin sonlarında can alıcı noktaya geldik : “Sizce tarih öğretiminin amacı ne olmalı ?”

Durup biraz düşünmek ihtiyacını duydum. Gerçi böyle genelgeçer,a priori formüllerden yana değilim. Bence “ne olmalı”dan çok, “ne olmamalı” önem taşıyor. Esas olan, eleştirellik. İster toplum, ister güncel politika, ister tarih –daima statükonun, mevcut olan ne ise onun somut eleştirisinden yola çıkmalıyız. İdeal bir toplum gibi, ideal bir tarihçilik ve tarih öğretimi de asla olmayacak. Biz ancak bugünün hatâ ve deformasyonlarının yerine,onlara oranla tanımlanmış bazı “sınırlı doğru”ları geçirmeye çalışabilir; bu arada, profesyonel tarihçiliğin iki yüz yıllık birikiminden de yararlanarak, ilelebet geçerli “sihirli formül”lerin olmadığını, meselâ zamanına göre politik ve diplomatik tarihin de, sonra ekonomik tarihin de, sosyal tarihin de, Marksist tarihin de,Annales tarihçiliğinin de, kültürel tarihin de, feminist tarihin de, İtalyan mikro-tarihçiliğinin de aşıldığı ve/ya aşılacağını içimize sindirebilir; bazı şeyleri değiştireceğiz derken geçmişi toptan silip atmamaya, bu sefer ters uca savrulmamaya çalışabiliriz.

Gene de, soyut bir tarih ve tarih öğretimi tanımı açısından değil amatarihçilerin pratiği açısından, dolayısıyla kişisel vicdanımda kabul edebileceğim ölçüler içinde bir cevap veremez miyim acaba ? Ben ne yapıyorum, amfilerde konferans verir, küçük sınıflarda ders anlatır, seminer veya tez yönetirken, bilinçli veya bilinçsiz, farkına vararak veya varmayarak ?

Meseleyi böyle koyduğumda,benim tarih hocalığımın, öğretme tarzımın kendime göre “amaç”ları diye, aşağıdan yukarıya, kolaydan zora, basitten karmaşığa doğru başlıca üç katman geliyor aklıma.

İlki, ama sadece ilki, en alttaki, en sıradan olanı, “politik değer”lerle ilgili. Bunların da en başında bilimsel özgürlük geliyor. Nasıl tanrı herhangi bir araştırma laboratuarından içeri giremezse, ben de sınıfta ve öğrencilerimin karşısında, Anayasanın “Atatürk milliyetçiliği” veya YÖK’ün “Atatürkçü gençlik yetiştirmek” gibi çağdışı, politik-ideolojik çoğulculuğa ve dolayısıyla demokrasiye aykırı emirleriyle bağlı değilim. Aynı şekilde, bizzat Atatürk’ün “tarihi yazanın tarihi yapana sadık kalması” israrını da fevkalâde yanlış buluyorum –hem, tarihi kimlerin yaptığını kolay teşhis edilebilir sandığı (yani son derece dar bir kahramanlar ve büyük adamlar kategorisine indirgediği), hem de bu çerçevede tarihçiden kendisine, önderliğe ve dolayısıyla ulus-devlete bağlılık beklediği için.

Bir düşünün : hele devrim sonrası toplum ve rejimlerde, tarihçiler asla kurucu liderlerin çizgisinden çıkmasalardı, tarihçilik mesleğinin hali nice olurdu ? Tabii ikincil kuşak ve iktidar değişimlerini de hesaba katmak gerekeceğine göre, Lenin, Troçki ve Stalin’e göre ayrı ayrı hizaya sokulmuş Rusya tarihleri; Mao’ya ve Deng’e göre hizaya sokulmuş (faraza Mao’nun cenaze töreni fotoğraflarında “Dörtlü Çete”yi gösteren ve bir hafta sonra rötuşlayan) Çin tarihleri; önce Bismarck ve sonra Hitler’e uygun Alman ya da önce Kont Cavour ve sonra Mussolini’ye uygun İtalyan tarihleri...

Ve önce Enver-Talât gibi İttihatçı şeflerine uydurulmuş, sonra üstü çizilmiş ve bu sefer Mustafa Kemal’in Nutkuna ya da “Atatürk ilkeleri”ne adapte edilmiş bir Türkiye tarihi ?

Aynen şimdi olduğu gibi

TARAF