Referandum konusunda açıkça ‘evet’ veya ‘hayır’ diyenlerin dışında bir de siyasi utangaçlar var. Bunlar aslında ‘evet’ oyu vereceğini beyan ediyor. Ama bu düz ve basit bir ‘evet’ değil... Bunlar ‘yetmez ama evet’ formülünü kendilerine daha yakın bulanlar. Grubun içindeki birçok insanın vurguladığı üzere, bu formülü benimseyenler ‘yeterli’ bir anayasanın mümkün olduğunu sanacak kadar naif veya yüzeysel değiller. Her anayasanın muhakkak ki eksikleri olacaktır veya böyle bir mükemmel anayasa yapılsa bile, kabul edildiğinin hemen ertesinde eksikliğini ima eden olaylar yaşanacaktır. Çünkü toplumlar değişiyor ve bu değişimin yönüne kimse hakim değil. Dolayısıyla anayasalar eksik olmaya mahkûm metinler. Zaten bu nedenle de, kalıcı bir metne sahip olmak için, olabildiğince kısa ve genel kurallar içeren anayasaları savunanlar var. Kısacası ‘yetmez ama evet’ diyenler yeterli bir anayasa beklemedikleri gibi, bu sözü her anayasa için söyleyebileceklerinin de farkındalar. O halde acaba niçin mütevazı bir ‘evet’e kıyasla, kendilerini ille de ‘yetmez ama evet’ demek zorunda hissediyorlar?
Muhtemel bir yanıt, ‘evet’ diyenlerin içinde bu anayasanın yeterli olduğunu düşünenlerin olmasıdır. Ne var ki böyle bir durumla karşı karşıya değiliz. Başbakan referandum mitinglerinin neredeyse hepsinde değişen maddeleri saydıktan sonra halka ‘peki bunlar yeterli mi?’ diye soruyor ve sonra da avucunun içini ileriye uzatarak ve kelimeyi uzatarak ‘yetmeeez’ diyor. Bu kanaatin taktiksel bir duruşu yansıtmadığını da biliyoruz, çünkü başta Adalet Bakanı olmak üzere birçok hükümet üyesi, sürecin en başından bu yana hayallerindeki ve Türkiye’nin gereksindiği anayasanın çok daha geniş değişikliklere ihtiyaç gösterdiğini, bu paketin onlar için yetersiz olduğunu söyledi. Belki halkın içinde, sadece AKP yandaşı olduğu için bu değişiklikleri yeterli bulanlar veya sorgulamayanlar vardır, ama doğrusu bu da çok şüpheli. Çünkü bu insanların lider belledikleri kişiler ‘yetmeeez’ derken, kendilerinin paketi yeterli bulmaları pek olası değil.
Bu durumda sorumuza geri dönüyoruz: Acaba bu gruba dahil olan insanların mütevazı bir ‘evet’le yetinmemesinin ve ‘yetmez ama evet’ diyerek kendilerini diğer ‘evet’ diyenlerden ayırmasının nedeni nedir? Ancak bu eksik bir soru... Çünkü söz konusu grup kendisini ‘yetmez dolayısıyla hayır’ diyen başkalarından da ayırma isteği içinde de olabilir. Daha da gerçekçi olursak büyük ihtimalle bu iki nedenin birleştiğini ve grubun içindeki farklı insanlar için bu kaygılardan birinin daha ağır basabileceğini öngörebiliriz.
‘Yetmez ama evet’ diyenlerin kendilerini diğer ‘evet’çilerden ayırma isteğinin altında iki neden olabilir. Birincisi ‘evet’ diyenlerin hükümetin peşinden giden, onu sorgulamayan bir güruh gibi algılanması. Dolayısıyla ‘yetmez ama evet’ diyorsanız, aslında ‘ben o güruhtan değilim, sorgulayan biriyim’ demiş oluyorsunuz. İkinci olası neden ise, ‘evet’ diyenlerin ezici bir biçimde ‘muhafazakâr’, hatta dindar olduklarının düşünülmesi. Diğer bir deyişle paketi öneren AKP olduğu için ve MetroPoll araştırmasının doğruladığı üzere son seçimlerde bu partiye oy verenlerin ezici çoğunluğunun referandumda ‘evet’ diyeceği beklendiğine göre, basit bir ‘evet’ insanı dindar muhafazakârlarla harmanlayabilir. Bu ise bir azınlığın çoğunluk içinde kaybolmasını ifade eder. Kısacası anlaşılıyor ki, ‘yetmez ama evet’ diyenlerin esas kaygısı kendi kimliklerini ve kişiliklerini korumak... ‘Biz sorgulayan kişileriz ve muhafazakâr da değiliz’ demek istiyorlar. Bu duruşun bir hak olduğu şüphesiz... Ama içinde bir nebze elitizm olduğunu görmekte de yarar var. ‘Evet’ derken bir anda ‘cahil güruhun’ parçası gibi görünmekten ürküldüğünü, kendilerini ‘düşünen ve bilen’ olarak görmeye yatkın bir ruh haline sahip olduklarını akla getiriyor.
Bu tutumun adını koymadan önce diğer kaygıya da bir göz atalım: Çok muhtemelen ‘yetmez ama evet’in altında, ‘yetmez dolayısıyla hayır’ veya ‘yetmez dolayısıyla boykot’ diyenlerden kendini ayırma isteği var. Daha ‘ince’ bir bakış esas olayın ‘hayır’cılar değil ‘boykot’çular olduğuna işaret ediyor. Çünkü ‘hayır’ diyenler kabaca bakıldığında ya ulusalcı, ya da kategorik AKP düşmanı. Yani ‘düşünen ve bilen’ insanların muhatap alacakları cinsten değiller... Oysa boykotçular ‘solcu’... Diğer bir deyişle ‘düşünen ve bilen’ kategorisine dahil, hatta ona egemen olma iddiasına sahip insanlar. Bu durumda ‘yetmez ama evet’ diyenler şunu söylemiş oluyorlar: ‘Biz de sizin gibi solcuyuz ama doğru siyasetin ne olduğu konusunda farklı düşünüyoruz’.
Bu zımni beyan, ‘yetmez ama evet’ diyenlerin kendilerini basit bir şekilde ‘evet’ diyecek olanlardan ayırma kaygısıyla bütünleşen cinsten. Çünkü o ayırma kaygısının da altında ‘solculuk’ var. Böylece ‘yetmez ama evet’ formülü iki işlevi birlikte başarıyor: Bir yandan siyasi kişilik olarak laikliği vurgulayarak bu grubu muhafazakârlardan ayırıyor, diğer yandan da siyasi kimlik olarak demokratlığı vurgulayarak aynı grubu otoriter zihniyetli solculardan ayırıyor.
Böylece ortaya epeyce utangaç ama aynı zamanda değişimin taşınması açısından pek de yadırganmayacak bir melezleşme çıkıyor. Otoriter sola karşı ‘demokrat’ olduğunu beyan edenlerin, demokratlığın gereği olan ‘siyasi sıradanlığa’ henüz pek de yakın olamadıklarını anlıyoruz. Buna karşılık kişilik açısından ‘anti muhafazakâr’, yani ‘laik’ olduklarını beyan ederken, aynı grubun bir anda otoriter solla örtüşebileceğini de fark ediyoruz.
Bu gözlem bize demokratlaşma sürecinde solun çektiği sıkıntının ne olduğunu da söylemiş oluyor. Sol siyasi kişilikle siyasi kimliğin birbirinden ayrılamadığı bir pozisyon. Dolayısıyla örneğin inancı temel alan bir ideolojinin takipçiliğini yapmakla solcu olmak arasında ‘uzlaşmaz bir çelişki’ olduğu düşünülüyor. Aynı şekilde ateizme varan bir duruşun da ‘has laiklik’ sanılarak solculuğa uygun düştüğü sanılıyor. ‘Yetmez ama evet’ bu ikili ideolojik kıskacın görünür hale gelmesi açısından da önemli bir açılım.
Solun özgürleşmesi için daha gidilecek epeyce yol var ve yolun her adımı sol içinde demokratlığı öne çıkaran ‘siyasi kimlik’ yaklaşımıyla, laikliği kendisine zemin alan ‘siyasi kişilik’ ihtiyacına dayalı solculuğun ayrışmasına tanık olacak...
NOT: Birçok okuyucu, niçin Hrant’ın katledilmesine ilişkin Türkiye’nin AİHM’deki savunmasını ele alan bir yazı kaleme almadığımı sordu. Belki de yanıtımın bilinmesinde yarar var.... Eğer ‘Türk’ olsaydım, Hrant’ı öldürenlerin taşıdığı kimliği paylaşsaydım bu utancı taşıyamaz ve yazardım... Ama değilim ve bu sorumluluk bana değil, ‘size’ düşüyor...
TARAF