Süleyman Seyfi Öğün Suriyeli muhacirlerle ilgili muhalif partilerin söylemlerinde belirginleşen ırkçı söylemin, kimi kalemlerce doğrudan düşmanlık boyutlarına taşındığına dikkat çekerek bu tutumun bu coğrafyaya ve kültüre dönük büyük bir yabancılaşmaya tekabül ettiğini vurguluyor.
Süleyman Seyfi Öğün’ün Yeni Şafak’taki köşesinde yayınlanan konuyla alakalı bugünkü (25 Haziran 2018) yazısı şöyle:
Suriyeliler
24 Haziran seçimlerinde muhalefetin yürüttüğü kampanyalarda yarı açık veya örtük olarak Suriyeliler meselesi de yerini aldı. Apaçık ortaya koyamadılar; ama, bu memnuniyetsiz söylemden, Türkiye’deki sayısı yaklaşık olarak 4 milyonu bulan Suriyelilere karşı bir hınç birikimi sızıyor.
Diğer taraftan bâzı muhalif gazetelerin yazarları, bu tepkileri daha açık kaleme döküyor. Yakın zamanlarda okuduğum bâzı makalelerin, beni bu konuda dehşete düşürdüğünü îtiraf etmeliyim. Artık, muhalif yazarlar sâdece hükümetin yanlış buldukları Suriye siyâsetlerini eleştirmekle kalmıyor; bizzât bu memleketteki Suriyelileri hedefe koyuyor.
Çarpık ve eşitsiz dünyâ işbölümü ve savaşlar, küresel düzlemde kenardan merkeze doğru bir demografik hareketliliği başlatmış durumda. Bu mesele günden güne büyüyor ve engellenemiyor. Dahası; göç meselesi gelişmiş Batı dünyâsını, şampiyonluğunu yaptıkları “uygar” değerlerden terletici bir imtihana sokarak çuvallatıyor. Modern Batı’nın standartları hızla aşınıyor. O kadar ki; Modern(!) Batı Demokrasilerinde, parti programlarında, göçmenlere uygulanması vaad edilen siyâsetler, alacakları oy oranı üzerinde son derecede belirleyici bir hâle geldi. Avrupa ve Amerika’da göçmen karşıtı siyâsetleri taşıyan aşırı sağ yükseliş bunun bir başka temel göstergesi. Hülâsa edelim; Batı kendi öğretilerinden sınıfta kalıyor.
Türkiye ise, bu trafikten Suriye’deki savaş sebebiyle payını aldı. Evvelâ şunu kaydedelim: Bu 4 milyonluk nüfus, Sûriye düzelse bile tümüyle geri dönmeyecek. Kaldı ki Suriye’nin yakın bir gelecekte Suriye’de düzen ve istikrârı sağlayacağını öngörebileceğimiz gelişmeler de mevcût değil. Anlaşılıyor ki, Suriyeliler meselesi Türkiye siyâsetlerin de yavaş yavaş merkezî bir mesele hâline geliyor.
Kerli ferli yazarlar neler yazmıyor ki? Tahmin edileceği üzere; evvelemirde Suriyelilerin en az üçte birinin eğitimsiz, câhil olduğundan dem vuruluyor. Bu şu demek: Bu kitle bir suç potansiyeli taşıyor. Ama bununla kalsa iyi. En fazla dikkâtimi çeken şikâyetlerden birisi, Suriyelilerin ekonomik ve kültürel olarak bâzı faaliyetlerin içinde yer alması. Bâzı rakkamlar veriliyor. Türkiye’de faaliyet gösteren her 10 yabancı şirketten birisinin Suriyelilere ait olmasına dikkât çekiliyor. Suriyeli iş adamlarının dernek kurması ve Türkiye kontenjanında fuarlara katılması eleştiriliyor. Sanki bir günah gibi; İzmir’de kağıt havlu üreten, Samsun’da ekmek fabrikası açan, restoran zincirleri kuran Suriyeliler varmış. Diğer taraftan zengin Suriyelilerin yaptıkları harcamalar yeriliyor... Nihâi tahlilde söylenen şu: “Mâdem ki bunlar şirket kurabilecek, lüks tüketim yapacak kadar palazlandılar; o halde muhtaç değiller.” Pekiyi, îmâ edilen ne? Defolup gitsinler; öyle mi? Şimdi düşünelim: bu bakış tam da Nazizmin bakışı değil mi? Bir zamanlar Almanya’da veyâ Fransa’da ekonomik faaliyetlerde başa güreşen Yahudileri, memleketlerinin sahib-i aslîsi olan uluslarını soymakla suçlamamışlar mıydı? Dahası bu bakış ve değerlendirmeler tam da Neo-Nazilerin Türkler için söyledikleriyle örtüşüyor. Dazlak Kafalar, Türklerin Almanya’da ekonomik olarak etkinlik kazanmasını tam da bu söylemle temellendiriyorlar. Sonra da ekmek derdinde olan Türklere dönüp, “r”leri bastıra bastıra “Raus” (Defol) diyorlar.
Yazıların ilerleyen satırlarında ise bu faşizan bakış derinleşiyor. İstanbul’un Fatih ve Bağlarbaşı’nda yüzbinlerce Suriyelinin bu semtleri Araplaştırdığı; her yerde Arapça konuşulduğu, insanların artık Türkçe bir söz bile duyamadığından yakınılıyor. Dahası ve çok daha tehlikeli olarak, doğurganlıkta Suriyelilerin Türkleri yaya bıraktığı bir gidişâttan şikâyet ediliyor.Suriyelilerin gazete çıkarması, radyo kurması bir suç gibi değerlendiriliyor. Suriyeli yazarların kitap basması ve utanmadan(!) imza günü tertip etmeleri de cabası! Daha neler neler: Suriyelilerin hastahane açması, tıbbî laboratuar bile işletmesi... Hattâ Suriyeli gençlerin judo ve futbol takımı kurmaları, kayak yapmaları, kültür gezilerine katılmaları, müzik, tiyatro ve sinema gibi faaliyetlerinde yer almaları.. bile istihzâ dolu cümlelerle günah hânelerini yazılıyor!
Hâsılı; Suriyeliler için kurtuluş yok. Sefâlet ve cehâlet içinde kalsalar birer suçlu potansiyeli taşıyacaklar; iş güç yapsalar, kazandıkları, yiyip içtikleri günah sayılacak... Bu bakış gerçekten de empati yoksunu bir bakış... Final değerlendirmeleri ise âfet: “Burada keyif yapacağınıza gidin memleketinizde savaşın” deniliyor. Eğer Suriye’deki durum, bir zamanlar Cezâyir, İspanya, Vietnam veyâ Küba’daki durumlara benzese, bu bakışı bir dereceye kadar haklı görebilirdim. Ama öyle değil. Bu misâllerde, saflar netti. Hâlbuki bugün Suriye’de, savaş lordları tarafından yönetilen ve neye hizmet ettiği belli olmayan, karmaşık dış müdahaleleri de içeren kirli bir savaş var. Eskiden savaşın bile bir nâmusu vardı. Bugün Suriye’de o bile yok...
Bütün bunlar, Türkiye’de yabancı düşmanlığının belli çevrelerde yayılmakta olduğunu gösteriyor. Bu bakış saflığı, özcülüğü fetişleştiren modern dünyânın sorunlu bakışıdır. Milâdı ise 15. asrın sonlarına, Endülüs’ün târumâr edildiği târihe uzanır. Modern Batı o zamândan bu zamâna dışlayarak, yabancılaştırarak, öteleyerek ve ötekileştirerek şekillendi. Teoride çokkültürlü demokrasilere övgüler düzülür; ama gerçek bambaşkadır. Dışlama bütün azâmeti ile sürer gider. Diğer taraftan artık biliyoruz ki, ırkçılık ve genel manâda yabancı düşmanlığı, ileri ekonomik, teknolojik, bilimsel gelişmelerin dışında değil bizzat içinde serpildi. Bunları krizlere yormak basitçi bir bakıştır. Unutmayalım ki, krizler, olağan zamanların birikimini taşır.
Elbette Suriyelilerin bir uyum süreci ve bu sürecin cârî meseleleri var. Burada tâkip edilmesi gereken akıl yürütme, bu meselelerin öznelerini düşmanlaştırmak gibi bir ilkellik değil; zaman ve netice kazandıracak yeni siyâsetleri içeren akıl yürütmeler olacaktır.