Üçüncü kez seçim kazandığında Başbakan Erdoğan bunun bir ustalık dönemi olacağını söylemişti. Doğrusu beklentiler de o yöndeydi, çünkü 27 Nisan muhtırası atlatılmış, asker demokratik nizama uygun bir davranış kalıbı içine sokulmuş, kapatma davası bertaraf edilmiş, referandumla birlikte yargının tepesinde ihtiyaç duyulan değişikliğin yolu açılmıştı. Diğer bir deyişle artık AKP'nin elini tutan yoktu.
Beklenen, Kürt meselesinde tutarlı adımların atılması, topluma bu konuda bir yol haritası sunulması ve bütün reformları meşru zemine oturtacak bir anayasanın yapılmasıydı.
Ancak bu noktada hayat, hükümetin hazmedemediği bir imkân sundu: Hükümet muhalefetle çatışma atmosferini yükseltirken AKP oyları artmaya devam etti. Muhtemelen AKP yönetimi de bu durumu 'başarılı' bir siyasetin delili olarak yorumladı. Oysa belki de AKP oyları tam da bu çatışmacı siyaset nedeniyle yeterince artmamaktaydı ve partinin oy potansiyeli çok daha fazlaydı. Türkiye bugün yeniden toplum olmanın yollarını ararken, en fazla prim yapan tutum birleştirici ve bütünleştirici olanlar. Nitekim eşit sayıda üyeden oluşan bir anayasa komisyonu kurulması, bugün hükümetin artı hanesine yazılmış durumda. Diğer taraftan hükümetin yürüttüğü sağlık, dış politika, eğitim ve ekonomi alanındaki politikalar toplumda kabaca yüzde 70 onay bulmakta. Yani aslında AKP'nin yaptıklarını beğenen ama oyunu vermeyen bir kitle var ve iktidar partisinin bu oyları da alabilmesinin önü açık.
Ne var ki AKP'nin bakışı bu değildi... Böylece ustanın başka herkese çırak muamelesi yaptığı, ama aslında kendisinin çıraklaştığı bir döneme girildi. Belki de Başbakan bütün sorunları tek başına çözebileceğini, böylece tarihe geçebileceğini düşündü. Ancak bu ihtiraslı hedefi gerçekleştirecek stratejiyi üretmek açısından son derece zayıf bir performans izlendi. Hayal edilen yere gelebilmek, o işleri yapabilmek için iki muhtemel yol vardı: Ya yükselen bir oy oranı çizgisinin tutturulması, ya da en azından bir muhalefet partisiyle işbirliğine girilmesi gerekmekteydi. İkinci yol hem Başbakan'ın söylemi ve sunduğu kişilik görüntüsü, hem de muhalefet partilerinin yetersiz siyaset kapasiteleri ve tıkanık anlam dünyaları nedeniyle kısa sürede kapandı. Yüksek oy oranının sürmesini gerektiren birinci yol ise AKP'yi giderek kırılganlaştırdı. Aşağı yönde en ufak bir oy oynaması ihtimali bile müstakbel sıkışmanın belirtisi olarak değerlendirilebilir, hele ekonomide de biraz sallanılması halinde asker üzerindeki prestijin bir anda buharlaşması mümkün hale gelebilirdi. Böyle bir durumun medyada yeni bir muhalefet dalgası yaratması, Başbakan'ın buna tepki olarak daha da celallenmesi ve adım adım hükümetin bir tuzağa doğru çekilmesi hiç de şaşırtıcı olmazdı...
Dolayısıyla yüzde ellilerin hemen üzerinde gezinen rakipsiz bir hükümet, gözlerini kendisini yeniden ellinin altına düşürebilecek olan marjinal yüzde beşe dikti. Bu gruptaki oyların kaynağı MHP tabanı gibi gözüküyordu. Çünkü Kürt meselesinde ilerleme kaydedemeyen bir hükümetin laik kesimin demokratlarından ilave oy alması gerçekçi değildi. Çare, PKK ile mücadeleyi yükseltirken, Kürt kimliğini tanıyan bir söylemin sürdürülmesi ve çözümün MHP'yi de kuşatacak veya onu zora sokacak bir biçimde anayasa üzerinden aranmasıydı. Böylece Kürt kimliğine verilebilecek 'tavizleri' hükümet vermiş olmayacak, öte yandan hem devlet politikasını sürdürmüş ve devleti sahiplenmiş olmanın, hem de sonraki süreçte 'çözümü sağlayan parti' olmanın nimetlerinden yararlanabilecekti.
Eğer başarılabilseydi gerçekten de 'ustaca' diye adlandırılabilecek bir taktiksel çizgi ortaya çıkabilirdi. Ama ustalık kendinle ilgili gerçekçi bir değerlendirme yapmayı, zayıf yönlerini görmeyi gerektirir. Hükümet ise bunları en azından kamuoyundan saklamayı fazlasıyla önemsediği ve kendisini olduğundan daha güçlü göstermeye çalıştığı ölçüde, daha da kırılgan hale geldi.
Uludere katliamı bu kırılganlığın bedelinin siyaset alanında 'tahsil' edilmesidir. Bütünüyle bir fiyasko olarak yaşandı ve hükümet bu olayın altında kaldı. Tümüyle hata olması mümkün olmayan, kasıt olmadıkça hata üretilmesini açıklayamayan bir durum, hükümet tarafından üstü örtülerek kapatılmak istendi. Üstelik gerçek anlamda özür dilenmemesi bir yana, sıkışmanın yarattığı sinirlilik hali Kürtleri dışlayıcı bir dile kayılmasıyla sonuçlandı. Hele Başbakan'ın Uludere'de bombalanarak parçalananlarla kürtajla alınan fetuslar arasında paralellik kurması, bir sağduyu iflasından başka türlü yorumlanamaz.
Bu tablonun İslamî duyarlılığı olan geniş kitleyi rahatsız etmemesi düşünülemezdi. Nitekim bu kesimin aydınları kamuoyuna yönelik bir imza kampanyası başlattılar. Burada imza sayısı önemli değil... Çünkü İslamî kesim kendisine ait gördüğü hükümeti zora sokmak istemeyecektir, ama zihinlerdeki ve yüreklerdeki kırılmanın maliyeti çok yüksek olabilir.
Hükümet kendisini usta sandı ama ustalığı beceremedi. Belki de kolay gelen ustalıklar hazmedilmemiş bir çıraklığı ima ediyor...
ZAMAN