Ustalık ve olgunluk

Etyen Mahçupyan

Partisinin üçüncü dönem iktidar olacağı ortaya çıktığında Başbakan bunu 'ustalık dönemi' olarak tanımlamıştı.

Kişisel ve cemaatsel boyutta öğrenme yeteneğini çoktan kanıtlamış bir hareket için, yaklaşık dokuz yıllık iktidarın muhakkak ki olumlu bir etkisi olacaktır. Muhtemelen bürokratik mekanizmaya daha hâkim olunacak, ekonominin olumlu performansının da etkisiyle kalıcı büyük projelerin önü açılacaktır. Ama ustalık gösterilmesi gereken esas alanın bu olduğu söylenemez. Eğer Türkiye'nin geleceğine katkıda bulunacak, bu ülkeyi farklı bir düzeye sıçratacak bir ustalıktan söz ediyorsak, bunun başta Kürt meselesi olmak üzere rejimin ideolojik ve zihinsel ayak bağlarından temizlenmesinde sergilenmesi gerekir. Bu ise ustalık kavramını bir tecrübe sahipliği olarak değil, 'olgunlaşma' olarak kavramayı ima eder. Diğer bir deyişle artık bu üçüncü dönemde AKP'den beklenen sadece ekonomiyi, sosyal hizmetleri vs. değil, doğrudan siyaseti yönetebilmesidir.

Devletin İslami duyarlılığı taşıyan bir partiden hazzetmediği, yargı ve asker bürokrasisinin hükümete bel altından vurmak üzere her fırsatı kullanmaya çalıştıkları, bu partinin daha birkaç yıl önce kapatılma ile burun buruna geldiği bir gerçek. Ne var ki halkın yüzde ellisinin oyunu alarak gelen bir partinin de artık rejime yönelik alanlarda daha cesur, iradeli, ileri görüşlü ve sorumlu davranması beklenir. Yasaların otoriter zihniyetten beslendiği, yargı sisteminin ise vesayetçiliği benimsediği bir ülkede, Meclis çoğunluğuna sahip olan bir partinin bu yasaların ve yargı mekanizmasının ardına saklanarak kendini aklaması kabul edilemez.

İslami kesim Türkiye'yi yönetmeye talip oldu ve içinden çıkardığı siyasi hareket üzerinden de bunu bileğinin gücüyle hayata geçirdi. İlk iki dönemin ister istemez devletin gücünün tırpanlanması, sivil siyasetin önünün açılması ile geçmesi, AKP'nin başarı kıstasını 'merkeze yerleşmek'le sınırlamamalı. İslami kesimin önünde bir 'inşa' meselesi var... Tüm topluma hitap eden, çoğulcu bir bakışı içselleştiren, farklılıkların birlikte yaşamasının çerçevesini oluşturan ve bütün bunları meşruiyet zemini üzerinde gerçekleştiren bir yaklaşımın üretilmesi ve siyasete yansıtılması gerekiyor. Bunun sadece İslamiyet üzerinden gerçekleşeceğini sanmak aşırı bir safdillik olur... Hiçbir din siyasetin tümünü kuşatamaz. Hele böylesine köklü sorunları olan ve yönetimin olgunlaşmasını hasretle bekleyen bir ülkede, rejimin 'inşası' ancak siyasetin hakkını vermekle mümkündür.

Bu açıdan Hatip Dicle olayı önemli bir sınav... BDP'lilerin Dicle'nin mahkûmiyet kararını bildikleri ama YSK'ya bildirmedikleri söyleniyor. Bu doğru olsa bile, niye söylesinler ki? Onlar önemsedikleri bir adaylarını Meclis'e sokmaya çalışıyorlar. Karşılarında ise kendilerine sürekli olarak yanlı davranmış, aleni haksızlık yapmış, duygusuz ve ruhsuz bir devlet iradesi var. BDP'lilerin bu yargıya mültefit davranmasını beklemek ne kadar mantıklı ve ahlaki olabilir? Öte yandan YSK içindeki hâkimlerden birinin Dicle'nin suçunu onayan Yargıtay'ın da üyesi olduğunu biliyoruz. Bu konunun kendi aralarında konuşulmamış olmasını varsaymak ise herhalde pek gerçekçi değil. Bu durumda YSK'nın bütün bu süreci kasıtlı olarak bu şekilde yürüttüğünü, krize sebebiyet verileceğini bilerek ve belki de umarak hareket ettiğini iddia etmek hiç de yadırgatıcı olmaz.

'Siyaseti yönetmek' tam da bu tür kritik anlarda devreye girecek bir basireti ima eder. AKP, Meclis'i çalıştırmak, diyalog zeminini canlı tutmak, yapıcı olmak ve böylece demokrasiyi yerleştirmek sorumluluğunu taşıyor. Atılan her adım, söylenen her söz anlamlı ve işlevseldir. Böyle bir ortamda AKP sözcüsü Bozdağ'ın basına verdiği açıklama maalesef bir hayal kırıklığı oldu. YSK'nın tutumunu aklayan bir biçimde sorumluluğu BDP'ye yıkmak, ancak bir tür çocukluk siyaseti olarak adlandırılabilir ve ihtiyaç duyulan olgunluğun henüz oluşmadığının göstergesidir. Hele AKP'nin sıradaki milletvekili adayının Dicle'den boşalan yere böylesine hevesle sahip çıkmış olması, demokrasi kültürü ve siyasi ahlak adına hepimiz için utanç verici bir görüntü ortaya çıkarmıştır.

Türkiye gibi uzun süre otoriter rejim altında yaşamış ülkelerde, muhalefet bir tür çocuk olma hali... Haklısınızdır, hakkınızı istersiniz, şikâyet edersiniz ve güçlü olanın sesinizi duymasına çalışırsınız. Bu dengesizlik hali sürdükçe, siyaset de çocukluktan kurtulamaz ve o ülkelerde 'inşa' gereği de statüko tarafından yerine getirilir. Dicle olayı bir fırsat... Bu dengenin değiştiğini, AKP'nin gerçekten iktidar olduğunu ve iktidarını demokrat bir Türkiye için kullanacağını kanıtlayan bir siyaset yönetimi için...

ZAMAN