Üretici güçler

Ali Bulaç

Toplumun moral ve maddi gelişmesinin (ahlaki kemal yönünde inkişaf) önündeki en büyük engel, devletin modernleşmeyi ve kalkınmayı üstlenecek bir "zenginler zümresi" oluşturmak üzere halktan topladığı kaynakları adaletsiz bir biçimde kendisine yakın duran çevrelere aktarmasından kaynaklanır.

Demokratikleşme her seferinde "bürokrasi-devlet zengini ve yargı-aydın" engeline takılıyor. Bu yüzden demokratikleşme olmuyor, çünkü siyaset "iktidar ilişkisini düzenleyen bir etkinlik" ise, bu etkinlik sürekli bir biçimde refahın tabana yayılmasını önleyen bir rol oynuyor.

Klasik Türk modernleşmesinin ideal zümresi, devlet zengini TÜSİAD'dır. 28 Şubat darbesi, sırtını devlete dayayarak halkın kaynaklarıyla zenginleşen büyük sermaye ile askerî-sivil bürokrasi ve onlardan beslenen aydınların, üniversite camiasının, Anadolu'nun sosyal ve iktisadi gücüne karşı önleyici bir hamlesiydi. 2002'de Anadolu tüccarı ve sanayicisi, sistem mağduru büyük şehir varoş kesimleri 1950, 1965, 1973, 1983 ve 1996 benzeri bir hamle yapıp AK Parti'yle 28 Şubat'a cevap verdi. Bugün ortaya çıkan darbe planları gerilimin hâlâ devam ettiğini gösteriyor.

Geldiğimiz noktanın pek parlak olduğu söylenemez, ama elbette eskisine kıyasla daha umut vericidir. Adına "toplumsal merkez" dediğimiz kalabalık sosyal güçler, 2002 ve 2007 seçimlerinde bürokratik merkezin tahakkümüne karşı kayda değer siyasi hamleler yaptılar. Ama bu hamleler iktisadi güç dağılımında adalet sağlanamadığı için bir ölçüde akim kaldı. Devlet mekanizmasının rol oynadığı kaynak dağılımında orta sınıflar, çalışanlar ve yoksullar hak ettikleri payı alamıyorlar. Hâlâ "en zenginlerle en yoksullar" milli gelirin yarısını, nüfusun yüzde 60'ı olan "orta sınıflar" da yaklaşık yarısını alıyor. Oysa asıl üretici güç bu sınıftır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik yetmiyormuş gibi, büyük ve orta ölçekli kentlerde mantar gibi biten büyük alışveriş merkezleri orta sınıfın küçük iktisadi-ticari birimlerini (bakkalı, küçük ve orta büyüklükteki marketi) dağıtıp yok ediyor. Artık bakkaldan tuz bile almıyoruz.

Buna paralel olarak her kim kafasına sokmuşsa, hükümet hiçbir şekilde iktidarına hayırhah bakmadığını bildiği büyük sermayeye karşı "kendi zenginler zümresi"ni var etme politikasını takip ediyor. Bunun da yolu tabii ki 1929'dan bu yana uygulanagelen devletin halktan kaynak transferine dayanıyor. Bu sayede kişisel hayatında, aile geçmişinde ve geleneğinde üretici (tüccar, sanayici, imalatçı) olmayan birtakım kişiler, aileler ve zümreler iktidara olan yakınlıkları dolayısıyla kaynak aktarımından istifade ediyor, kısa zamanda zenginleşiyor, yaşama tarzları değişiyor. Açıkçası üretici olmadıkları için transfer yoluyla sahip oldukları kolay serveti kolayca tüketimde harcıyorlar; "haydan gelen huya gidiyor".

MÜSİAD çevreleri ise, doğrudan ticaret, sanayi ve hizmet sektörüyle ilgili olduklarından, geçmişte olduğu gibi kendi maddi ve sermaye kaynaklarını kendileri oluşturmaları, devlet bürokrasisine ve siyasi iktidara karşı bağımsızlaşmaları ve hükümetten sadece adil politikalar talep etmekle yetinip uluslararası rekabete açılarak güç kazanmaları gerekirken, kısmen onlar da TÜSİAD'a özenip "aktör değişimi"ni kabulleniyorlar.

Pazartesi günkü yazımda Türkiye sathına yayılan tüccar ve sanayici gerçek üretici güçlere işaret etmiştim. Türkiye halkı çalışkandır, üreticidir. Orta sınıfı nispeten güçlü olan tek Ortadoğu ülkesiyiz; tabii kaynaklarımız olmadığı halde büyüme hızı nüfus artış hızı önünde seyrediyoruz. Anadolu muazzam bir enerji biriktiriyor. Bu maddi ve iktisadi enerjinin sosyal sisteme yansıması ve sistemi demokratikleştirmesi gerekirken, devletin değişmeyen zihniyeti ve hükümetlerin izlemekte ısrar ettiği geleneksel politikalar, bir zenginler zümresine karşı diğer zenginler zümresi ikame etmeye devam ediyor; asıl üretici güçler ihmal edildiği için demokratikleşme, sivilleşme, özgürleşme ve zenginleşme bir türlü sağlanamıyor.

ZAMAN