Dün, 30 Ağustos 1922’de Yunanlılara karşı kazanılan zafer’in 100’üncü yıldönümüydü. Özel tv. kanallarının pek çoğunun nasıl frensiz olduğunu bildiğimden, devletin resmî tv. kanalını fırsat buldukça izlemeye çalıştım.
Bu satırların sahibi, önce şu hususu belirtmek ister ki, İslâm Milleti’nin hakkını- haklılığını savunmak için, sadece belli bir zaman dilimindeki savaşlara değil, bütün savaşlara samimiyetle ve gönüllü ya da vazifeli olarak katılmış ve canını ortaya koymuş, kan ve can vermiş bütün İslâm askerlerini deriin bir saygıyla ve rahmetle anar. Ama, onlardan sadece birilerinin daimî olarak ön plana çıkarılmasının, diğerlerine saygısızlık olduğunu ve hattâ daha tehlikeli de olduğunu düşünür.
Sözgelimi, geçen hafta, 1071- Malazgirt Savaşı ve zaferinin 951’inci yıldönümünde törenlerle anılan o büyük İslâm askerlerinin içinden sadece bir kişiyi öne çıkarıp, devamlı onu olabildiğince büyütmek ve hattâ o savaşın ve askerlerin ne yaptığının idrak seviyesine gelmemiş olan küçücük çocukları bile, o savaşın tek bir ünlü kumandanının ismini anmaya zorlamanın sağlıklı bir yaklaşım olmadığı görüşündedir.
Bir inancın, bir idealin, bir dünya görüşünün ve Hakk’a inanan bir milletin savunulması dâvasına sadece üniforma veya rütbesiyle değil, o uğurda kanının son damlasına ve son nefesine kadar savaşmayı göze almak mânasında ‘asker’ demek olan her bir ferdin, verdiği mücadeleye ihtiram göstermek, onların hepsini rahmet, ihtiram ve minnetle anmak anlaşılır bir durumdur.
Ama, bir yangını söndürmek için vazifeli olanların ya da gönüllü olarak ateşin içine girenlerin her birisini sosyal ve hattâ ferdi hayatın ve merkezi haline getirmekte bir yanlışlık yok mudur? Kaldı ki, tarih, sadece başarı veya zafer durumunda değil, yenilgi ve başarısızlık durumlarıyla da anılmalıdır.
Hele de, bunlardan sadece birisinin ısrarla ve devamlı olarak, üstelik de abartılı şekilde anılmasının sağlıklı olmadığı ve hattâ toplumu yanlış bir yöne sevkedeceği; böyle bir yaklaşımın ister resmî dayatmalarla olsun, ister gönüllü bir muhabbetle olsun, bazı kişileri, ‘mitos’laştırmak ve hattâ ‘putlaştırmak’ sonucunu ortaya çıkaracağı açıktır.
Bunun içindir ki, dünyada hattâ bizim inanç sistemimizin dışında nice toplumlarda bile, geçmişte kendileri için büyük fedakârlıklar yapmış olanlar için, -savaşlarına katılan herkesi içine alacak şekilde bir isimlendirmeyle-, ‘mechûl asker’ anıtları dikilir ve o geçmişin hatırlanması için, onların kültürlerine göre saygı duruşunda bulunulur, değerlendirmeler yapılır, çiçekler bırakılır. Hattâ, bir çok ülkelere, resmî ziyarette bulunan yabancı devlet adamları da, ziyaret ettikleri ülkenin ihtiram gösterdiği değerlere saygılı olduklarını şeklen de olsa -diplomatik açıdan- sergilemek için giderler, o ‘mechûl asker’ anıtlarına bir çiçek bırakırlar.
Ama, hele de, bir tarihî kişi veya hadisenin zihinlerde adetâ bir ‘sembol’ olarak yerleşmesi için devamlı vurgulanan tek bir ismin ve resmin olması yanlışının sürdürülmesi, beyinlerin, duygu ve düşüncelerin bir noktaya kilitlenmesi neticesini ortaya çıkarır. Sözgelimi, İstanbul’u fetheden ordunun kumandanı diye, asırlarca ve tek kişi gösterilirse, onun ön plana çıkarılmasının topluma sağlıklı bir mesaj vermiyeceğı, anlaşılır bir durum olsa gerek..
Bu açıdan dün, sabahtan gece yarılarına kadar saatlerce anlatılanlara serinkanlılıkla bir bakılmasında fayda vardır. Resmî tv. kanallarında küçücük çocuklar olmak üzere, bütün halk kitlelerinin zihnine sokulmak istenenin, bir asır öncelerdeki bir siyasî liderin, bir ‘kutsal varlık’ gibi tanıtılması olduğu yansıyordu. İnanmak istemeyenler, o proğramları baştan sona bir daha izleyebilirler. Hattâ küçücük çocuklara bile, mânâsını bilmedikleri, ezberlenmiş cümleleri tekrarlatmanın traji-komik sahneleri hemen her haber bülteninden sonra defalarca tekrarlandı.. Düşünelim ki, 6-7 yaşındaki çocuklara bile, bir mezar ziyareti sırasında, ‘Biz her neye sahib isek, ona borçluyuz..’ gibi laflar ettiriliyordu. Ve bu, her vesileyle, devamlı tekrarlanıyor.. Ve hedefin, âdetâ, ‘kurşun asker’ler yetiştirmek olduğu zihinlere kazınmaya çalışılıyor.
Çocuklarınki böyle de, yaşlıların sözleri de, farklı ve seviyeli mi, sanki? Bu durum, bir toplumun ‘çocukluk hastalığı’ olarak hep sürdürülecek midir?
Bu yaklaşım, hele müslüman toplumlarının tarihine, âdetlerine yabancı ve daha çok, Stalinci, Hitler’ci, Mussolini’ci, Franko’cu, Enver Hocacı, Mao’cu, Kim İl Sung’cu ideolojilerin ve rejimlerin usûllerinde vardı ki, Kuzey Kore hariç, diğerlerinde bile onlar artık, ‘bir varmış- bir yokmuş’a döndü.
Tarihe, tapınmak için değil, dersler çıkarmak için bakılmalıdır.
*
100. yıl evvel 4 Ağustos 1922’de, (yani, dün 100. yılında anılan zaferden 26 gün önce) Türkistan’da komünist Bolşevik askerlerce vurularak öldürülmesi münasebetiyle, bu sütunda Osmanlı’nın son döneminin 10 yıla yakın bir süre en etkili başkumandanı ve Harbiye Nâzırı olan Enver Paşa’dan söz edildiğinde, bazıları ‘Enverci’lik yapıldığını düşündüler. Evet, o ve onunla yaşıt olan nice askerler de ‘kahraman’ olarak anılmayı hak eden bir takım mücadeleler içinde bulunmuş olabilirler; ama, bir tarih olup gittiler. Yoksa, yeni ya da ebedî Napolyon’lar, Cengiz’ler icâd etmek şeklindeki ilkellik ve çocukluk hastalığından kurtulmak pek mümkün olmaz.
Unutulmamalıdır ki, en büyük kahramanlar bile, putlaştırıldığı zaman, ölürler.
*
Star