Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Milliyetçi/ulusalcı hafıza hepten öyledir. Hedefe yürümede tarihi/geçmiş yalanlar üzerine yaslanmak “ilkesel” bir tutum, tersi ihanettir. Gerçekler sevilmez. Neye inanmak gerekiyorsa ona göre bir kurgu oluşturulur; bu kurguya gölge düşüren hakikatler ise topluca mezara gömülür. Gerçekleri görmezden gelmek, avamdan havassa gözleri kulakları kapamak, dilleri lâl kılmak davaya bağlılığın ve varoluş umudunun bir nişanesidir. (Yalanlar ve zulümler üzerine varolabilmek mümkün müdür? Ulusacılığın tarihi “mümkündür! Neden olmasın!?” dediği için ulusalcılık bile araç olarak kullanılır bu safhada. Stalinist ve Maoist partiler de öyle yapmamış mıydı? Amaç benim hedeflerimdir; hepiniz, hepinizin kanı canı araçtır, dercesine! Kapitalist/modernist bir dünyanın sunduklarının hayaliyle yaşayan liderliklerin halka bakışı, arzularının araçsallaşmış nesnelerine bakıştan bir adım öteye gidebilir mi?)
Bu minvalde özellikle Suriye devriminin başından bu yana bölgedeki (İntifada rüzgarına bağımlı gösterilerde ön saflardaki Kürt gençleri) Kürt siyasi hareketliliğini manipüle eden odakların icraatları ve özelde yazımızın konusu olan Amude katliamı, hem Suriye’de, hem Türkiye’de söylenen yalanlara, yapılan propagandalara tutulan bir aynadır, bir turnusoldur.
Bu satırlar henüz Amude’nin detaylarından bahsetmeye geçmezden evvel, yazıyı okuyan “Milliyetçi aydın zihni”nin içten içe itirazlarını duyar gibi oluyoruz. Kendimizi müslüman kimliğiyle tanımladığımızdan “Ya IŞİD’in yaptıkları” diye iç sesin harekete geçmesi gibi bir durumdan söz ediyoruz. Henüz daha ortada IŞİD yok iken (hatta Nusra cephesi ile çatışmalar henüz başlamamışken) gerçekleşen Amude katliamına karşılık IŞİD’in yaptıkları! Karşılaştırma cazip; değil mi? Bunları anca IŞİD yapar, öyle ya. Ondan pişkince dem vurduğumuzda da bu bizi temize çıkarır! Kime vurmak istiyorsan IŞİD ile bağlantısını kurman bir yana, kendi icraatlarını haklılaştırmada da IŞİD’in vahşetine gönderme yapmak yegane çıkış yoludur. Hatta “görmeyen gözler”e de mahirce şunu sorabilirsin: “IŞİD’in yaptıklarına ne diyorsun peki? Onları neden görmüyorsun?” Daha da öteye gitmende hiçbir sakınca yoktur, ortalık yangın yerine döndüğünde: “Görmüyor ve susuyorsan sen de IŞİD’çisin!
Milliyetçi zihin hazır ve nazırdır olan biteni mazur görmede. (ve ardından Suriye’de muhalifler aleyhinde propagandası bile dile geldiğinde insanlık suçu sayılıp yaygara kopartılan “binanın üzerinden adam atma”, “kafa ve vücut parçalama”, “araba ile üzerinden defalarca geçme” normalleşir: Her üçü de Türkiye’de Yasin Börü’ye yapıldı. Suriye’de ise Esed güçlerince bu suçlar işlendi. Amude’de ise YPG güçleri arabalarını bu amaçla gençlerin üzerine saldı)
İnşai sürecin kendisi meşrudur, bizatihi kimliğinden ötürü. Sorgulamak ne mümkün! Rojava devrimi ve Kobani’de olan bitenlerin ardındaki tüm yalanlara rağmen ulusalcı zihnin mayası, ulusalcı siyasetin meşrulaştırma argümanlarını içinde barındıryordu. “Hele bakalım neler oldu burada?” diyen Kürtlere bile geçit verilmedi o dönemde. Ne Barzani’ye ne de başkalarına.
“Barış”, “demokrasi”, “sakallı yabancı-vesayetçi cihatçıların vahşet öyküleri”, “cici çocuklar”, “Toy Story (Oyuncak Hikayesi) filminin animasyon karakterlerinin sevimliliği”, “PYD/YPG/YDH/PKK’nın Kürt bilinci ve varoluşunun inşasında Ortadoğu’da neşvünema bulmuş tüm etnik-dini yapılar/partiler karşısında biricik ve meşru güç konumunda görülmesinin her türlü mazereti haklılaştırması” (ayakta, otururken, yatarken gerçekleştirilen resmi-sivil ölümler, katliamlar, canlı bomba eylemleri, yol kesmeler, haraç almalar, araç-bina yakmalar, toplu işkence seansları, vesayet haritaları oluşturmadaki heves, dış-bölgesel güçlerle ittifak, vs..vs..) kimin yaptığı, bunları kimin gerçekleştirdiği önemlidir. Önemli olan bunları eyleme dökenin kimliğidir. Neyin nasıl yapıldığı değil.
Müttefiklerinizin kimliği ve haklı olup olmadığı değil, size hizmette kusur edip etmedikleri (onlara hizmette sizin kusur edip etmediğiniz bilahare gündemleşecektir çünkü) önemlidir. Çevrelendiğiniz dost-düşman coğrafyayla gelecekte kuracağınız ilişkilere değil, sırtınızı dayadığınız güçlerin sizi ilelebet koruyacağına dair bir yalancı güven iklimine iman etmiş iseniz (yani kendinizden ziyade, halklarınızı bununla kandırmış iseniz) ipin ucundaki havuca kavuşsanız bile; ya artık siz değilsinizdir o havuca kavuşan, ya da sizi birileri kavuştuğunuza ikna etmiş demektir. Demiş ya tecrübe sahipleri “Kim ki halkına hayındır, herkese haindir!”
Amude Katliamı Kürt Halkına İhanettir!
“Kim ki Halkına Hayındır, Herkese Haindir!”
17-27 Haziran 2013 tarihinde Suriye’nin kuzeyinde, Batı Kürdistan olarak adlandırılan bölgede (Türkiye sınırına yakın, Arapça adı Amudah olan, Kamışlı’ya bağlı bir yerleşim birimidir ve Kamışlı’nın 30 kilometre batısında yer almaktadır. Amude, merkez ve ona bağlı 156 köyden oluşmaktadır. Toplam nüfus yaklaşık olarak 100.000’dir.) yaşanan olaylarla ilgili bilgileri o dönemde çok dar bir çevreden edinebilmiştik. Çünkü o dönemde hem Kürtçü-Milliyetçi medya, hem de Kürt Milliyetçi aydınları gözlerini kapamış ve dilsiz olmayı tercih etmişlerdi. Dezenformasyon ve bilgi kirliliği dışında ilk elden bilgilere ulaşabilmek mümkün görünmemekteydi. Ta ki bazı kişi ve kuruluşların Amude’den kaçmak zorunda kalan kişileri ziyaretleri gerçekleşene kadar. Bunlardan biri de HAK-PAR (Hak Ve Özgürlükler Partisi) idi. HAK-PAR Parti Meclis Üyelerinden Sevgi Çelik Moray, Ramazan Moray ve Salih Alper bilahare konu ile alakalı bir basın bildirisi de yayınlamışlardı. Şu cümleler olan bitene dair gerçekliğin bir kısmını manidar biçimde özetlemekte:
“Amude de yaşanan olaylar Kürtlük adına utanç vericidir ve öyle inanıyoruz ki kendine yurtseverim diyen her kürdün yüreğini sızlatmıştır. PYD’nin Rojavadaki Kürtler üzerine uyguladığı baskı ve şiddeti kınıyor, bu politikasından derhal vazgeçmesi gerektiğini…”
11 Temmuz 2013 günü yaralıların yatmakta oldukları hastaneyi ziyaret eden parti yetkilileri çoğu genç olan yaralıları ve kaldıkları evde olayın görgü tanıkları/bizzat yaşayanları ile görüşmüşlerdi.
Bu gençlerin suçu diktatörlere karşı esen Ortadoğu İntifadalarını Suriye’nin Kürt bölgelerine taşımak, bundan kelli PYD’nin baskılarına ve tutuklamalarına maruz kalanların serbest bırakılmaları için halkı toplu gösteriye davet etmek idi. Özgürlük taleplerini açlık grevleri izlemiş, barışçıl gösterilerin Amude ayağında ise, kendilerinin dağılmasını isteyen (onların tabirleriyle) “PYD çeteleri”nin Doçka ateşine (ağır silahlar) maruz kalmışlardı. İlk belirlemelerde altı kadar kişi hayatını kaybederken, elliden fazla kişi yaralanmıştı. Bununla da yetinilmemiş, Amude-Kamışlı yolu PYD tarafından –tedavi olanaklarını ortadan kaldırmak amacıyla- ulaşıma kapatılmıştı.
O dönemin sessizliği içinde İbrahim Güçlü gibi bazı Kürt siyasetçi ve yazarlar, Amude kentinde yapılan katliamın PKK ve PYD'nin ortak organizasyonu olduğunu belirtip, katliama Kürdistanlı siyasi çevreler ile aydınların sessiz kaldığını ifade etmişlerdi. Özellikle bir dönem önce Diyarbakır'da ‘Apocu Konferans’ olarak adlandırılan toplantılara katılan siyasi çevrelerin, aydınlar ve sivil toplum örgütü yöneticilerinin bu konuya eğilmeleri ve seslerini yükseltmelerinin gereğini dile getirilmişti.
Hatta o dönemde İbrahim Güçlü, yaptığı yazılı açıklamada, PYD-Esed birlikteliğine ve PYD’nin oluşturduğu yalan ve dezenformasyon ikliminin hedeflerine de vurgu yapmıştı:
"Olayların kaynağı olan Esad çetesi PYD, Baas'ı aratmayan baskıları ve terörüyle Güney Batı Kürdistanlılara adeta kan kusturuyor. Türkiye'de barış dilenciliği yapan ve demokrasi havarisi kesilen anlayışın Güney Batı ayağı olan PYD'nin, Baas'ın onayıyla Kürtleri denetim altında tutma misyonunu üstlendiğinden beri birçok yurtseveri katletti veya hapishanelere tıktı…”
PYD'nin, özgürlük talebi olan Kürtleri ahlaksızca suçlamalarla sindirmeye çalıştığı ve Amude’de yaralıların hastaneye ulaşmamaları için yolları dahi keserek insanlıktan çıktığına dair açıklamaların ardından manidar tespit ve çağrılarda bulunuyordu:
"PKK/PYD Kürtlere karşı katliam yaparken, açıkça insanlık suçu da işledi. Halka karşı yapılan bu insanlık dışı katliamının sorumlularını lanetlerken, ben insanım diyen herkesi bu katliama tepki vermeye ve bu faşist çeteleri durdurmaya davet ediyoruz. Bu katliamda, geçmişte Kürtlere karşı sayısız katliam yapan PKK ile birlik yapanlar ve katliamlarını aklayanlar pay sahibidirler. Bu katliamda, PYD ve Esed/İran bağlantısının parçası olan GORAN ve YNK suç ortağıdırlar. Bu katliamda, PKK/PYD ekseninde politika yapan veya onların Kürtlere karşı giriştiği saldırılara ses çıkarmayanlar pay sahibidirler."
Benzer vurguları bilahare, PKK’nın kurucularından Selim Çürükkaya da yapmıştı. PYD’nin Suriye’deki misyonunu da sorgulayan Çürükkaya; “PYD'de katliam yapıyor, hem de Kürtleri katlediyor. Suriye'de ayaklanmalar başladıktan beri rejim karşıtı kaç tane Kürt öldürdüğünü kimse bilemiyor, El Nusra ile PYD arasında çatışmalar başlamadan önce PYD El Parti (KDP yanlısı Suriye Kürt partisi) üyesi üç Kürdü gözaltına aldı. KDP'nin girişimiyle bunlar serbest bırakılmak istenince, PYD yetkilileri gözaltına alınan kişilerin siyasi değil, esrar çekicisi olduğunu açıkladı. Bu açıklamanın ardından gözaltına alınanların yakınları PYD'nin Amude bürosu önünde toplandı ve PYD'yi protesto etmek için açlık grevi başlattı. Olaya müdahale eden PYD sopalarla açlık grevine girenleri dağıtmaya çalıştı, direnişle karşılaşınca, dokça tabir edilen uçaksavar ile tarandılar, basının yazdığına göre 10 kişi öldü, 50 kişi yaralandı…” diyordu. Çürükkaya, PKK'nın her yıl Kürt kitlelerini bir konu için oyaladığını söylerken, “Bu yılki oyalama konusu 'Rojava Devrimi' ve El Nusra katliamıdır. Kürt kitleleri boş durmasın, düşünmesin, soru sormasın, kafalarına kuşku girmesin…”
PYD/YPG Hem Suriyeli Kürtlere Hem de Muhaliflere IŞİD’den Çok Önce İhanet Etmişti
Bir reklam cıngılı vardı bir zamanlar: “Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz…” diye. Bu anlamda Ortadoğu halklarına ihanette, Esed ve İran’ın işine gelen siyasetlere oynamakta, batılı güçler için bölgeye davetiye çıkarmakta, farklı amaçlar ve yollarla da olsa PKK/PYD ile IŞİD arasında bir fark görebilmek ne mümkün. Biri “devrimcilik” diğeri “halifecilik” oynayadursun; (Haseki’de üçlü görüşmeler yapıldığına dair magazinel komplolara inanmayalım diyoruz ama komploya ne hacet, zaten icraatlar ortak noktalarda toplanmakta. ABD, İran/Hizbullah ve Esed üçlüsünün arzu ettiği siyasetler gündemleşmekte. Geçmişte “olmaz” denilen hususlar “olur” hale getirilmekte. Biri bozacı, diğeri şıracı hükmünde bir orta oyunun içine herkesim boca edilmekte. Biri Türkiye’nin diğeri Suriye’nin içini Ortadoğu halklarının maslahatlarının aleyhine olmak kaydıyla karıştırmakta. “Birleşmez” denilen güçler birleşmekte, aynılaşmakta. Lakin, Ortadoğu halklarının aleyhine iki proksi güç iyiden iyiye belirginlik göstermekte: PKK ve IŞİD.
Daha ortada IŞİD yokken, PKK/PYD güçlerinin Esed’in kendilerine bıraktığı coğrafyada “devrimcilik” oynarken, bu oyunu ilk önce Kürt halkına benimsetmeye çalıştığını ve yöntemlerinde hiç de IŞİD’den aşağı kalmadığını anlatmaya çalışmaktayız. Vesayetçiliğin ortak kimliğinde buluşmak tam da budur. Hatta daha fazlasıyla, aslında aynı şekilde Türkiye’deki son on yıllık icraatlarının da Suriye’dekilerden çok da farklı olmadığını da ispat etmiş bir yapıdan söz ediyoruz. “Barış”, “demokrasi”, “insan hakları”, “kadın”, “ekoloji” havariliği gırla gidiyor ama mesela Hüda-Par’lılara yapılageldiği tespit edilmiş 550 kadar saldırı, tecavüz, katliam, yakma-yıkma işi sadece İslami kimliğe olan düşmanlıkla açıklanabilir mi? Aynı haksız, hadsiz, katliam tecavüz tam da Amudeli gençlere yapılan şeydir. Bunlar ise İslami kimlikleriyle değil, PYD’ye olan güvensizlik ve muhaliflikleriyle maluldürler. Ve bu tutumun tek açıklaması güç, vesayet ve halkın araçsallaştırılmasıdır. Tıpkı IŞİD’de olduğu gibi. IŞİD Müslümanlara saldırıp hadsiz hududsuz tecavüzlerde bulunurken hedefleyegeldiği şey güç ve vesayetten başkası değildir. Bu anlamda yeri geldiğinde Esed ile de PYD ile de ortak çıkarlarda buluşmaktan çekinmez. Hadsiz hudutsuzluk, adaletsizlik ve zulümde kimlik önemli değilse eğer, kendini güçlü addedenin, bu gücü tahkim edebilmek için sırtını zalimlere dayaması kınanması gereken bir ölçü ise eğer, bu konuda biri diğerinin eline su dökemez. Ama bizler için daha önemli olan konu; Suriye’de kendi halkına dönük bunca zulüm ve haksızlığın mimarı bir yapı, nasıl olup da Türkiye’de “barış”, “demokrasi”, “insanlık”, “doğa/çevre” hamisi kılınabilmiştir! Ve dahası Kürtlerin önemli bir kısmı, Suriye’de bu yapıdan onca zulüm ve adaletsizlik, katliam ve tecavüz görmüşken, nasıl olup da bu yapının Suriye’nin kuzeyindeki bir şerit üzerinde bir devlete sahip olup, üstelik de burada adaletle hükmedebileceğine kanaat getirmiş olabilirler. IŞİD korkusu Suriye’de suskunluğu ve biati getirmiş olabilir ama ya Türkiye tarafı? Devlet-hükümetin hataları/zaafları elbette var, lakin bu yapının Türkiye’nin normalleşmesine katkı sağlayacağına inanılabilir ve tıpkı Kürt İslamcılarda olduğu gibi sözde “Kör Selefizm” eleştirisi yapılırken “Kör göze Milliyetçilik”in açmazları neden görülmez? (Bu arada hemen belirtelim ki Kürt İslamcıların “Selefizm” eleştirileri IŞİD falan daha ortada yokken başlamış ve iler tutar yanı olmayan bayat ve bayağı İslamcılık eleştirileri üzerinden ulusalcı kesime yamanma/kendini kabul ettirme üzerinden geliştirilmiştir. Yani onların ulusal bilinç ve güçlenmeye endeksli bakış açılarının, IŞİD’den büyülenerek ona meyledenlerinkinden özde bir farkı yoktur. Mesela İhvan’a yönelik aynı eleştiri usulü ve tarzının Kürt milliyetçi hareketine yöneltilmemesi bu kompleksin, sapma ve teslimiyetin bir uzantısıdır.)
Amude Örneği, Bugün Türkiye’yi Emperyalizme Boğdurmaya Dönük İşbirlikçi İcraat, Yalan ve Propagandaların Aynasıdır!
Amude’deki detaylar bize halkına hain olanın her yerde, her kesime dair hainliklerinin bitmeyeceği, sadece yalan ve propagandalarla örtülmeye çalışılacağına dair ipuçlarını vermektedir. “Halkımız” dedikleri gençlere neleri reva gördüklerine dair Türkiye’de de o günden bu yana birçok olay yaşadık, lakin bu hadiselere kadar PYD’nin Esed ile işbirliği, yani sadece muhalif İslami yapılara dönük değil, Kürt siyasi oluşumlarına karşı da rejimle işbirliği içerisinde olduğu tam olarak ortaya çıkmış değildi. 17-27 Haziran 2013 tarihi bu noktada da bir dönüm noktasını teşkil etti.
Olaylar, PYD’ye bağlı YPG güçleri; Welatî Ömeri, Serbest Necari, Dersim Kurd adlı gençleri zor kullanılarak elleri arkadan kelepçeli ve gözleri kapatılarak gözaltına alınıp hücrelere konmasıyla başlamıştı. Gençler, hangi gerekçeyle tutulduklarını öğrenmek için ısrar etmişler ancak kendilerine bir cevap verilmemesi üzerine gözaltında açlık grevine başlamışlardı. Gençlerin yakınları YPG Asayiş’ten çocuklarının gözaltında tutulma gerekçelerini öğrenmek istemişler, cevap verilmemesi üzerine ısrarla çocuklarını görmek istemişler, bunun üzerine kendilerine “bu gençlerin uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yaptıkları ayrıca Türk istihbaratı ile ilişkileri olduğu” söylenmiştir. Gençler ve yakınları böyle bir şeyin olamayacağını, varsa öylesi bir durum delillerle ispatlanarak mahkeme edilmelerini talep etmişlerdir. Ancak bunun karşılığında onur kırıcı, aşağılayıcı, baskı, şiddet ve hakaret görmüşlerdir. Çocuklarının içerde açlık grevine başladıklarını öğrenen yakınları ve gençlerin arkadaşları, gözaltına alınanlar bırakılıncaya kadar dışarıda açlık grevi çadırı kurarak, açlık grevine başlamışlardır.
26 Haziran 2013 günü gözaltına alınan üç kişiden biri olan Dersim Kurd açlık grevinden kaynaklı sağlık koşulları kötüye doğru gitmiş ve ölümcül risk sınırına ulaşmıştır. Gözaltına alınan kişilerin sağlık durumu endişesinden kaynaklı Amude halkı yoğun bir baskı oluşturmuş ve bir yürüyüş tertiplemiştir. Bunun üzerine YPG asayiş, durumun ciddiyetinden kaynaklı ölümcül risk taşıyan Dersim Kurd’i serbest bırakmış, hastaneye götürülmesi gerektiğini yakınlarına iletmişlerdir. Dersim Kurd ve yanındakilere, tutuklanan arkadaşlarının da aynı gece serbest bırakılacağı sözü verilmiştir. Ancak tutuklu arkadaşları bırakılmamıştır.
27 Haziran günü tertiplenen yürüyüş sürecinde YPG güçleri açlık grevi çadırına saldırmış nöbette olanları tartaklamış, çadırdaki laptop, cep telefonu, kamera gibi değerli eşyaları yağmalamışlardır. Bu sırada YPG güçleri iki jip bir kamyonetle yürüyen insanların ortasına dalmıştır. Yürüyüş kortejinin başında kadınlar ve çocuklar, ortasında gençler olduğu halde araçlar çocuk ve kadınların sonunda gençlerin ve erkeklerin bulunduğu kortejin başında kitleyi ikiye ayırmıştır. İşte o an kıyamet kopmuş, araç bir ileri bir geri giderek çok sayıda insanı ezmiş, rastgele ateş açmış ve olay yerinde üç kişi hayatını kaybetmişti (Nadir Xelo 18, Aras Bengo 35, Saat Seyda 17) Olay yerinde Gulan adında 15 yaşında genç kız içinde YPG’li kadın gerillaları ile dolu jip tarafından ezilmiş, araç Gulan’ın her iki ayaklarının üzerinde durdurulmuştur. Çevredekiler müdahale etmeye çalışmışlar, bunun üzerine araçtakiler gülerek ‘’ma wiya jı çırayı’’( bu neye yarar ki..) diyerek aracı Gulan’nın üzerinde patinaj yaptırmışlardır. Olay sırasında görgü tanıkları ileride Esad rejiminin askeri araçlarının da olduğunu gördüklerini söylemişlerdir. Çok sayıda kişi yaralanmış, yüzlerce insan gözaltına alınmıştır. Olayda yaralanan Şeyhmus Ali (67) yolda vefat etmiş, Berzan Keno (22) yaralı vaziyette yakınları tarafından hastaneye kaldırılırken aracın içindeyken cami minaresine yerleştirilen YPG gençlik sorumlusu Sinan tarafından Kanas suikast silahı ile ağır yaralanmıştır. Aynı gün YPG güçlerinin tüm engellemelerine rağmen sınırı geçerek Nusaybin’e getirilmiş, hastanede vefat etmiştir. Nusaybin belediyesinden kasıtlı olarak cenaze aracı kendilerine verilmemiş; belediye yetkilileri “onları nasıl getirmişseniz öyle de götürün” gibi akıl ve insanlık dışı bir ifade kullanarak cenaze yakınlarını rencide edici tabirler kullanmışlardır. Ali Rindî (67) kanas suikast silahı ile olayda ağır yaralanmış, daha sonra hayatını kaybetmiştir. Olay sırasında yaralananlar kentteki çeşitli hastanelere kaldırılmışlar ancak YPG güçleri hastanelere, ambulanslara saldırmış, doktorları ve yaralıları taşıyan ambulans şoförlerini tartaklamış, tehdit etmişlerdir.
Olay sonrasında yüzlerce kişi evleri basılarak gözaltına alınmış, baskı ve hakaret görmüşlerdir. Değerli eşyaları yağmalanmış olayın görüntülerini içeren tüm bilgisayar, kamera ve cep telefonlarına el konulmuş aynı zamanda şehri terk etmelerini engellemek maksadıyla kimlik, pasaport, evlilik cüzdanları, fotoğraflar gasp edilmiş, cüzdan, para gibi maddi değeri olan eşyalarına el konulmuştur. Gözaltına alınanların verdiği ifadelere göre Esed rejimi istihbaratının terk ettiği kışlalar ve karakollara YPG güçleri yerleşmiştir. Yine gözaltına alınanlar, YPG güçleri ile Esed ordusundan rejim askerlerinin iç içe olduklarını, tutukluları birlikte sorguladıklarını anlatmışlardır.
Olayda hayatını kaybedenlerin cenazesine el konulduğunu, gömme işlemi sırasında yakınlarından yalnızca birinin refakatine izin verildiğini, mezarlığın ise abluka altında tutulduğunu, hiçbir yakınına mezarlık ziyareti için izin verilmediğini belirtmişlerdir.
Amude kenti’nde Arap Baharı’ndan kaynaklı esen özgürlük havasına YPG’nin engel olduğunu, özgür kente YPG sonrası Rejim güçlerinin yeniden geldiğinden yakınmışlardır. Görgü tanıklarının ifadesine göre, kente günde bir saat elektrik verilirken olay günü ve sonrası elektriğin hiç gitmediğini, bunun da nedeninin insanları kolayca gözaltına almak, sorgulamak ve işkence etmek olduğunu anlatmışlardır. Ayrıca görgü tanıkları, Esed rejiminin kentte hüküm sürdüğü dönemde en üst düzey yetkili konumunda olan yetkililerinin de rejim sallantıdayken gittiklerini ancak YPG güçlerinin şehri abluka altına almasıyla yeniden göründüklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca YPG güçlerinin halktan vergi aldığını şehre ambargo koyduklarını da eklemişlerdir.
Yürüyüş sırasında megafondan slogan atan 15 yaşındaki çocuk dâhil, Amude’den ayrılanların hepsi YPG güçleri tarafından haklarında ölüm kararı çıkarılmış olduğunu, Mardin Devlet Hastanesine yaralı yakınlarıyla birlikte gelen 12 yaşındaki M. İçin ise Mardin Devlet Hastanesinin önünde onları kontrole gelen bazı PKK’liler ile karşılaşması sonucu burnunu kesmekle tehdit etmişlerdir.
Olayların detaylarını bu şekilde aktaran HAK-PAR yetkilileri, aynı zamanda görgü tanıklarına kendilerinden ne gibi talep ve beklentileri olduğunu da sormuşlar ve şu cevapları almışlardır:
“Olayı gerçekleştiren YPG güçlerini kınamamızı, daha duyarlı olmamızı şehrin üzerindeki ablukanın kaldırılmasını için çaba göstermemizi istediler. Ayrıca PKK’nin basında haklarında çete diye yalan haber yayınlamasına kızdıklarını, gerçeğin herkesin öğrenmesini istediklerini söylediler. Kendileri için hiçbir taleplerinin olmadığını Amude’de yaşayan yakınları için endişelendiklerini ifade ettiler.
Daha sonra hastanede yaralı yatanları ziyaret ettik ve 15 yaşında Gulan’dan isteğini sorduk:
“Onları Allah’a havale ediyorum, bir tek dileğim YPG Amude’den çıksın biz evimize gidelim’’
Yetkili arkadaşlar ise kendilerine şu manidar tespit ve taleplerle sesleniyorlar:
“Buraya sağlık ve güvenlik nedeniyle geldiklerini ve koşullar oluşur oluşmaz döneceklerini, Amudede hala gözaltına alınanların olduğunu ve onların sağlıklarından endişeli olduklarını, hala evlerin rastgele basıldığını, bunun bırakuji olmadığını çünkü kendi ellerinde silah olmadığını söylediler. Yürüyüş ve gösteri yaparak demokratik haklarını kullandıklarını anlattılar. YPG güçlerinin Kürtlerin özgürlüğü önünde açık bir engel teşkil ettiğini, uygulamaların da Esed rejimini aratır olduğunu anlattılar. Federe Kürt Devleti’nden de olaya sessiz kaldığı için kızgınlıklarını dile getirdiler.”
Parti yetkilileri, olayda şehit olan ve yaralanan kimselerin birbirlerinden farklı örgüt ve partilere mensup olduğunu da ayrıca öğrendiklerini vurgulamaktaydılar.
Bunlar mı Türkiye’ye, Suriye’ye ve Ortadoğu’ya Anti-Emperyalist Bir Ruh ile Barış, Demokrasi ve İnsan Hakları Getirecek!
Amude katliamından bu yana hem Suriye’de hem de Türkiye’de köprünün altından çok su aktı elbette. Ama tüm gelişmeler bizde aksi yönde bir kanaatin oluşmasını değil, tam tersine kanaatlerin pekişmesini sağlayan süreçlerin gelişimini beraberinde getirdi.
Henüz IŞİD yokken, hatta Nusra cephesi ile çatışmalar başlamamışken ortaya atılan yalanlar, IŞİD’in operasyonları sayesinde “gerçekmiş hüviyetine” büründürüldü. Bölge güçleri ve emperyal yapılar adeta, “muhalif gruplar zulmetmiyor mu, o halde bir ‘yapay zulüm’ ortamını biz oluştururuz” dedi. Tıpkı “muhalifler birbiriyle çatışmıyor mu, yerelde bize destek olacak gruplar makes bulmuyor mu, o halde biz bu ortamı peyda ederiz” dercesine IŞİD’in Suriye icraatlarının neşvünema bulmasına göz yumulması, hatta ittifaklar oluşturulması gibi.
Ama bunlardan kelli, Suriye meselesinde AKP’yi ve İslami çevreleri günah keçisi ilan etmeye matuf yaklaşımların önce bir kara-propaganda ağıyla örülmesi, ardından Beyaz Türkler ve sol çevrelerin de katılımıyla yek vücut bir cepheye dönüştürülüp kangrenleştirilmesinin başlangıç tarihlerinin de Amude katliamına yakın olduğunu belirtmek gerek. Bunun adını “Kansız devrim” koymuşlardı. Olmayan “Rojava devrimi”ni tarihi bir olaymış gibi pazarlayıp muhalifleri arkadan vurmanın, Esed ile işbirliğinin, Kürt halkına saldırıp sindirmenin, uzun süre kendilerine düşmanlık etmeyen muhalif güçleri üzerlerine çekip “düşmanlar üretmenin” bir dönüm noktası adeta. Amude maskelerini düşürmüştü. Çünkü pek çok Kürt grup zaten Esed’e karşı muhaliflerle birlikte olmuş ve aralarında anlaşmalar da yapmışlardı. Suriye’nin bütünlüğü korunacak, Esed devrilecek ve Kürtlere de gereken hakları herkes gibi verilecekti. Ama bu kolay değildi, mücadelesi verilmeliydi, bedeller ödenmeliydi. PYD/PKK bırakın bedel ödemeyi, önce Esed, sonrasındaysa silah, lojistik destek aldığı İran ve ardından koalisyon güçleriyle birlikte, hem bedel ödetme gerçeği ile bir siyaset geliştirdi, hem de bu siyasetinin Lazkiye’yi bile içine alacağını düşündüğü bir fay hattıyla Akdeniz’e kadar uzanabileceğini sadece Suriyeli değil, Demirtaş gibi Türkiyeli(!) liderlerinin ağzından ikrar etmekte.
Bu şımartılmış, kullanışlı, akredite, tetikçi yapıyla bırakın Türkiye’de barış, huzur ortamı falan sağlamayı, aksine tam tekmil sadece Türkiye içinde değil, Suriye hattında da mücadele edilmesi gerektiği artık izahtan varestedir. Bir zamanlar kadrolu muhafazakar medya “Eşme Ruhu”ndan bahsederek hayal görürken, kendilerine “Ne Eşme Ruhu, Suriye’deki süreç bu şekilde devam ettiği müddetçe, çözüm sürecinin hatlarını Irak’a kadar genişletmek gerek” dediğimizde, özel bazı sohbetlerde bu bakışın çözüm sürecini baltalayacağı eleştirisine maruz bırakılmıştık. Silah bırakmayı bırakın, şehir gerillalarının silahlandığı ve hatta sayılarının dağlardakileri aştığı bir ortamda, hele ki Koalisyonun, İran ve Esed’in proksi gücü olarak sahada iyiden iyiye şahlanmaya giden bir yapının Türkiye’ye ilişkin sivil politikalarının bile askeri olanı tahkime dönük olacağı, hatta sivil ve askeri olanın da zaten işbirliğinde olan güçlerce kendisine dayatılmayacağını düşünmek safdillikten başka bir şey değildi. Hele ki daha Suriye’de bu derece söz sahibi olmamışken yıllardır (2005’ten bu yana) bu derece ayak diretmesi, çözüm süreci kazanımlarının mücadele ile alındığı, AKP’nin Kürt halkını asimilasyonda daha tehlikeli olduğu, silahların bırakılması konusunun devamlı surette suistimal edildiği, ve Suriye’de güçlendiği dönemde de Kobani’nin AKP’ye rağmen savunulduğu, yardım tırlarının IŞİD’e çalıştığı vb. propagandalarla Paralel yapının, radikal solun ve CHP’nin yapmaya çalıştığı türden bir ortaklığa, yani “Türkiye’nin Tunuslaşması” sürecine katkı sağladığı açıktır. Herkes Suriyeleşmeden söz ederken, aslında Türkiye’nin Suriyeleşmeden ziyade bir Tunuslaşmaya doğru itildiği görülebilmelidir. Ki emperyal güçler açısından Tunuslaşmış bir Türkiye daha olağan ve yeterli, Suriyeleşmiş Türkiye ise daha zor ve maliyetli olacaktır. O yüzden Tunuslaşma safhasına direnmeye odaklanmalı, Mısırlaşma safhasının da ikisinin ortasında yer aldığı görülmelidir. Ve bu safhaların hepsinde de merkez medya ve ardındaki ulusötesi güçlerin oyunlarını bozmada PKK ve türevi (aylardır Suriye’den silah sevkiyatı ile güçlendirilmiş ve şimdilerde o silahlarla şehirlerde gövde gösterisi yapan) sol örgütler ile mücadelenin başat unsur hale geldiği görülebilmeli. ABD ile neler görüşüldü, nelerin pazarlığı yapıldı, bu görüşmelerde elimizi güçlendiren ya da zayıflatan unsurlar nelerdir, şimdiden bir şey söylemek güç ama Bakanlar Kurulu kararlarını almada geç kalındığı ama zararın neresinden dönülse kâr olduğu da aşikar.