Yasin Aktay / Yeni Şafak
Türkiye’de üniversitenin bir “altın çağ”ı var mıdır?
Üniversite üzerine söylemlerin önemli bir kısmı olabildiğine ideal bir bilim, hakikat ve nesnellik varsayımına dayanır. Bu varsayımların toplamı birden üniversite hakkında bir otantiklik jargonunu tuhaf bir biçimde işletir. Tuhaflık şu ki, bir süre sonra bu otantiklik beklentisi üniversitenin her türlü gelişimi üzerine bir yük oluşturmaya başlar.
Bilhassa üniversitenin yeni açılımları, fiziksel ve kurumsal gelişimi ve yeni gelişmelere ayak uydurma adına attığı adımların bu otantik veya ideal üniversiteden bir sapma oluşturduğuna dair yaklaşımlar her zaman üniversitenin tarihine eşlik etmiş serzenişlere kaynaklık etmiştir. Oysa üniversite diğer bütün sosyal müesseseler gibi beşerî kurumlardır ve bunun içinde yaşayanlar, onun hizmetini alanlar bunu pekâlâ bildikleri halde bu beklentilerden geri durmazlar. Bugün artan üniversite sayısının, üniversiteleşme oranının, bilimsel yayın, araştırma, mezun ve bilim adamı sayısının ardından neredeyse “yitip giden bir üniversite” idealine ağıt tutmanın arkasındaki psikolojiyi iyi irdelemek gerekiyor.
Elbette bunu yaparken bugün Türkiye’deki üniversitelerin hiçbir sorunu olmadığını söylemiş olmuyoruz. Bilakis Türkiye’deki hızlı üniversiteleşmeye her zaman eşlik eden başka sorunlara da her söz açıldığında değiniyoruz. Ama üniversite alanındaki her gelişmeye burun kıvırıp en olumsuz örneklerden yola çıkıp üniversitenin geriye gittiğinden dem vuran kalabalık bir kesimin varlığı ister istemez şu soruyu sordurtuyor: “Üniversitelerin daha iyi olduğu bir geçmişimiz vardı da biz mi göremedik?”. Son yazımızı bu soruyla bitirmiştik.
Doğrusu bugün üniversitelerin geriye gittiğini söyleyenlerin hangi alanda bu geriye gidişin olduğunu somut örneklerle rakamlarla ortaya koymalarını beklesek de boşuna, çünkü bu tavırları bilgiden kaynaklanmadığı için ortaya konulan bilgilerle değişecek gibi değil. Ama biz yine de sorumuzu sorup cevabını somut olarak vermeye devam edelim:
Üniversitenin Türkiye’de özlenen bir altın çağı var mıdır? Bu altın çağda neler olmuş da oradan uzaklaşmak üniversitenin tabiatını bozmuş veya idealinden saptırmıştır?
Sayısal alanda veya üniversitede özerklik, bilimsel özgürlük alanında mı? Bu dönem mesela Cumhuriyetin ilk dönemleri midir? Oradan başlayabiliriz, sonra diğer dönemlere de geçip üniversitenin “altın çağ”ını arayalım isterseniz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda faal halde bulunan bir üniversite vardır ve bunun da 1869 yılındaki ilk denemelerinden itibaren asıl kurumsallaşması 1900 yılında II. Abdülhamit zamanında olmuştur. 1923-24 ders yılında savaştan çıkılmış olduğu için önceki yıllara nazaran epey azalmış olan öğrenci sayısı 2292’dir ve bu sayı İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüleceği yıl olan 1933 yılında yani 10 yıl sonra ancak 3558’e çıkmış olacaktır. Darülfünun bu yıllarda 7 fakülte ve yüksekokuluna sahiptir.
1933 yılında yapılan reform üniversitenin ne sayısına ne de hacmine ciddi bir katkı yapmamıştır. Varolan üniversite kapatılmış, onun yerine açılan İstanbul Üniversitesinde profesör sayısı 114’ten 78’e düşmüş. Aradaki fark görevine son verilen hocalar farkı değil. Çünkü yeni hocalar da göreve başlamış, yani eski hocaların, içlerinde Avrupa’da eğitim görmüş, ihtisas yapmış ve uluslararası akademik kuruluşlara üye, ödüllü, eser sahibi, araştırma müesseseleri kurmuş kişilerin de bulunduğu büyük çoğunluğunun (100 kadar) işine son verilmiş.
Darülfünun’un kapatılması İsviçre’den getirtilen profesör Albert Malche’ın raporuna dayandırılmış ki, onun raporunda üniversitede ciddi ve özgün bilimsel çalışmaların olmayışı, telif eserlerin yok denecek kadar az oluşu ve yayınlanan bazılarının birbirinin kopyası olduğu ezbere dayanan bir eğitimin olduğu,, kütüphanenin fakir olduğu ve öğrencinin başvuracağı kaynakların kısıtlı oluşu, laboratouarların yetersiz olduğu, eleman alımında yeterlikten ziyade kişisel ilişkiler ve kişisel ilişkilerle kliklerin rol oynadığı gibi gerekçeler ileri sürülmüştür. Tabi sonradan kurulan üniversitede bu yetersizliklerin giderildiğine dair hiçbir işaret olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Üniversitenin her zaman bu tür eleştirilere konu olduğunu görebiliyoruz. Asıl neden ise bilhassa Darülfünun hocalarının o günlerde gündeme gelen bazı “devrim”lere karşı kayıtsız kalmış olmaları, hatta onları eleştirmiş olmalarıdır.
Darülfünun hocalarının harf devrimini hiç de hoş karşılamadığı ve bazı çekincelerini ifade ettikleri bilinmektedir. Ancak bu konuda çok açıktan bir muhalefet ettiklerine dair ciddi bir işaret yoktur, çünkü zaten görüşlerini ifade edebilecekleri bir özgürlük ortamı yoktur. Darülfünuna karış asıl kızgınlık 1930’dan itibaren girişilen Türk tarih ve dil tezlerine karşı sergilediği ilgisizlik veya kayıtsızlık olmuştur. 1930’un Aralık ayında Mustafa Kemal Darülfünun ziyareti sırasında, “Ankara, Ege, Aka, Eti, ata, arkeos, amiral, kaptan” kelimelerinin kökeni hakkında bazı profesörleri adeta imtihan etmiş, ancak onlardan beklediği olumlu cevapları alamayınca tabiri caizse profesörlere not vermiş, onları başarısız saymıştır.
Türk Tarih Kongresinde Mehmet Ali Ayni ve Zeki Velidi Togan gibi bazı profesörler Mustafa Kemal’in sonradan tamamen bilim-dışı sayılıp terkedilecek tezlerine karşı çıkmış olması 1869 yılında başlamış olan Darülfünun yolculuğunun sonlandırılmasına yol açacaktır.
Açıkçası bu olayın ardından açılan İstanbul üniversitesi ve DTCF dolayısıyla üniversitenin misyonu da zaten belirlenmiş olacaktır: Üniversite baştan itibaren devletin bir ideolojik aygıtı olarak düşünülmüştür. Ona yüklenen misyon en kaba şekliyle bir resmi ideolojik misyondur ve bu misyonun dışına çıkması halinde başına gelecekler konusunda kapatılan Darülfünun’un akıbeti en iyi ibret oluşturmuştur.
Bu adımın arefesinde, üniversitelerin halini tasvir eden dönemin Maarif Vekili Reşit Galib’in ifadeleri bu misyonu en net bir biçimde yansıtıyor:
“İstanbul Dârülfünûnu Türkiye münevverliğinin beklediği salâha ve terakkiye eremedi. Memlekette siyasî, ictimâî büyük inkılaplar oldu. Darülfünûn, bunlara karşı bîtaraf bir müşâhit kaldı.. İktisadî sahada esaslı hareketler oldu. Dârülfünûn bunlardan habersiz göründü. Hukukta radikal değişiklikler oldu. Dârülfünûn yalnız yeni kanunları tedrîsat programına almakla iktifa etti. Harf inkılabı oldu, özdil hareketi başladı. Dârülfünûn hiç tınmadı...”.
Reşit Galip’in konuşması, İstanbul Darülfünun’unun üniversite rolünü gereğinden fazla ciddiye almasını ağır bir dille şikâyet eden ibretlik bir metindir. Üniversite hocaları memleketin ihtiyaç duyduğu güneş dil teorisi, yeni bir tarih tezi gibi büyük ideolojik atılımlara sadece “bîtaraf bir müşahit gibi” kalmakla yetinmişlerdir, oysa onlardan beklenen bu ideolojik söylemlere heyecanla destek vermeleriydi.
Böyle bir yaklaşımın hiçbir ölçü ve ölçekte üniversite için bir “altın çağ” oluşturamayacağı açık. Peki sonraki yıllarda bu altın çağ yakalanabildi mi acaba? Ne zaman mesela?