Almanya’da ünlü bir market zinciri “Noel ve yeni yıl” için bir reklam filmi hazırlamış. Almanya’da da din, ticari kazançlar için kullanılan bir araç haline gelmiş midir? Olabilir, ama filmin bizi ilgilendiren yönü bu değil. Reklamda, yalnız yaşayan yaşlı bir Alman ile aynı apartmanı paylaşan Türkiyeli bir ailenin komşuluk ilişkileri üzerinden, Covid-19 salgını ve komşuluk ilişkileri konu edinilmiş.
Almanların soğuk, mesafeli, disiplin ve düzen meraklısı oldukları onlarla muhatap olan arkadaşlarımızdan sürekli duyduğumuz nitelemeler. Sanki bu hikâyede bu olgu doğruluyor gibi…
Yaşlı adam hiçbir şeye tahammül edemez. Sokakta meşrubat kutusu ile top oynayan çocukların kutusuna basar. Piknik yapan ailelerin kendisine uzattığı ikramı kibirle geri çevirir. Birliktelik, dayanışma, akrabalık ilişkilerinden rahatsızlık duyduğu her halinden bellidir. Belki de, muhtemelen, sanırım geçmişinde “Biriktirdiği bastırılmış duyguları” vardır!”
Adamın dünyasını yalnızlık, huzursuzluk ve tabi ki ötekine karşı duyulan önyargılar besler. Sanki tüm olumsuz duygularının sebebi, bu önyargı duyduğu insanlardan kaynaklanıyor gibidir. Oysa hayata tutunabilmesinin, belki de kendisini insan gibi hissedebilmesinin yolu bu ötekilerden geçer. Nasıl olacak ki başka? İnsan” Yalnızlığa tahammül edemeyen tek varlık” değil miydi?
İşte burada bugünlerde sürekli başımızda boza pişiren bir olgu devreye girer. Covid-19 son zamanlarda yaşadığımız en travmatik musibetimiz. Çünkü oldukça komplîke, oldukça kuşatıcı, oldukça sistemli bir musibet. Öyle sadece bir bölgeye ya da belli başlı insanlara musallat olmuyor. Siyasetçisinden vatandaşına, sanatçısından sporcusuna, esnafından işçisine, zengininden fakirine ve tabi ki Alman’ından Kübalı’sına hiç kimseyi ayırt etmiyor.
Bizim âgresif Alman abimiz de virüse yakalandığını öğrenir ve kapısını kapatıp kendini izole eder. Zaten yalnızdır, şimdi ise ihtiyacını gideremeyecek kadar yalnız. Ama korkmasına gerek yoktur. Bu durumun farkına varan meşrubat kutularını patlattığı çocuklar, üst katta oturan bu yaşlı amcalarını terk etmeyeceklerdir. Çünkü önyargılarla bakılan kültürlerinde; komşuluk, dayanışma, darda kalmışa yardım etme, birlikte olabilme ve birlkte yaşayabilme erdemleri vardır. Her ne kadar içinde bulundukları baskın kültürün, noel gibi salt kendi inanç ve toplumlarına ait bir olguyu içselleştirmiş olsalar da!
Diğergamlık yani moda deyimle empâti yapacak olursak; bu yaşlı amcanın Türkiye versîyonlarını bulmamız hiç de zor değil. Hatta bu reklamı izleyip, “Türkiyeli olduğu kesin ancak Türk olup olmadıkları belli olmayan bu aile ile ‘Türk’ oldukları için gurur duyabilecek” versîyonlarını!
Nefsimize dönüp soralım; Türkiye’de yaşayan mültecilerle alakalı yukarıdaki reklamda yaşanan önyargılara sahip miyiz? En hafifinden örneğin; “Çok kabalar, hep yüksek sesle konuşuyorlar!”, “Oldukça gürültücüler, çocukları da çok yaramaz!”, “Tamam bizim misafirlerimiz ama misafirler de misafirliğini bilmeliler!” tarzında onlarca cümleyi kuruyor ya da duyuyor muyuz? Bakınız, katıksız ırkçılardan bahsetmiyorum bile…
Kur’an’da müminlerin özelliklerinden ikisi, “Kızdıkları zaman öfkelerini yenerler” ve “İnsanların kusurlarını affederler” (Al-i İmran 133-135) ayetleriyle tarif edilir. Ne diyelim mülteci kardeşlerimiz yukarıda sayılan kusurlarımıza bir mümin tavrıyla yaklaşırlar ve umarım bu tavırları ile “İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü iyilikle sav. Bir de bakmışsın ki seninle arasında düşmanlık olan kişi, dostun oluvermiş.” (Fussilet 34) ayetindeki müjdeye ulaşırlar.
Bununla birlikte bu dostluğu kazanmanın yollarını da bulmak gerekiyor. Bu yollardan birisi sizce de Covid-19 salgını değil mi? Neden olguya sadece musibet boyutuyla yaklaşıyoruz? Evet, bu bir musibet ancak hikmete dönüştürmek ve imtihanı kazanma vesilesi kılmak elimizde. Örnek, yukarıdaki videoda değil mi? Sana önyargılarıyla bakan komşuna “Öfke duymadan, affedici davranarak”, zor zamanında destek olmak çokta zor olmasa gerek. Yeter ki nefislerimizin bize fısıldadıklarından Rabbimize sığınalım…
Böylece dünyayı değiştirmek için büyük anlatılara da ihtiyaç duymayız. Dünyayı değiştirmenin, falanca diyarlarda görkemli camiler yapmak değil de, mahalle camimizin akan çatısını onarabilmek olduğunu kavrayabilirsek tabi…