“Ümmet Meselelerini Değerlendirmede Perspektif Sorunu” konulu seminerde Musa Üzer şunlara değindi;
‘Ümmet meselesi’ dediğimizde bağlayıcı bir kavramdan bahsediyoruz demektir. Yeryüzünde olan biten şeylerin, Rabbimiz tarafından kulluk göreviyle yaratılan biz insanlar üzerinde bağlayıcılığı vardır. Ümmet aynı dine ve aynı dava bilincine inanan insanların nihai topluluğu ise şayet olan bitenler ümmet meselesini dert edinen bizleri her zaman bağlayacaktır. Dolayısıyla Müslümanlığımıza bağlı olarak şunu ifade edelim; yeryüzünde olan bitenler karşısında ümmet olarak bitmeyen sorumluluklarımız vardır. Ümmet olma kaygımız itibarıyla sosyal, siyasal, kültürel alanlarda olayları Müslümanca değerlendirme zorunluluğumuz bulunmaktadır.
İçinde yaşadığımız coğrafyayı ve şartları İslam ümmeti olma yönünden ele alacağız ki kulluk bilincimize uygun çabalar içinde olalım. Bu gün ulus devletler içinde yaşamaktayız. Zihinsel ve pratikte ümmet formunda siyaset toplum ilişkisinden uzaklaşalı çok olmuş. Tüm İslam halklarının yaşadığı ülkelerde siyaset- toplum-hukuk meseleleri İslam olgusundan uzak ve bir o kadar da düşmanca uygulamalar içinde ne yazık ki. Müslümanlarla iktidarı temsil eden devlet yapıları çatışıyor. Oysa İslam hiç bir meselede zulmü kabul etmez. Adalet gereği bir topluluğun hakkı olan şeyler diğerinin de hakkıdır. Ahlak ve ilişkilerimizde her türlü ölçüyü koyan sadece İslam’dır ve bu her Müslümanı bağlar. Oysa ulus devletin böyle bir bağlayıcılığı yok, o kendi faydasını düşünüyor. Ulus devlet paradigması her türlü ahlak ve de din mefhumlarının üzerindedir diye işleniyor. İslam’da böyle bir şey yok. İslam’da varlığın, mükevvenatın tek sahibi Allah’tır. Mesela Hz Ömer halife iken cemaate ‘emiriniz ma’siyete saptığında ona ne yapacaklarını’ soruyor, onlardan yaşlı bir kadın ‘ey Ömer seni kılıçlarımızla düzeltiriz’ diyor. İşte ‘İslam’ ve ‘diğerleri’ farkı. Değerler yüklü bir din ve insanların aralarındaki ilişkilerde bağlayıcılık merciyeti açısından; doğrudan Rabbimize hesap verme bilinci üzerine kurulu bir sistemdir bu ve adı ‘İslam’dır. Ulusçuluk ve modernite insanlara gerekçeler üretiyor, neymiş; ‘devletin menfaatleri’ ‘vatan-millet-devlet meselesi’ türünden gerekçeler. Gerçekte hiç bir gerekçe Allah’ın bizden istediği hayat değerlerimizin üstünde olamaz . Bu mottoyu öne çıkaranlar aslında ‘devlet’ derken ‘kendi iktidar ve güçlerini’ kastediyorlar, kendilerinin imtiyazlarına dokunulamayacağını kastediyorlar. Tüm bu iddialarda; partisel, askeri, yargısal, akademik ve sermaye etmenlerinden oluşan bugüç odaklarının öncelikleri kastedilmekte.
Müslümanlar olarak hayatın alanlarını İslam’a göre tanımlama zorunluluğumuz var. Biz güç, iktidar ve devlet alanında neyi inşa edeceğiz? Bürokraside, devlet aygıtının etki alanlarında hangi kültürü ve ahlak biçimini öne çıkaracağız ve modelleştireceğiz? İşte bunları konuşmalıyız. Bizler ümmet bilincine sahip Müslümanlar olarak bütün meselelerimizde, hangi konumda olursak olalım ‘hesap veren’ anlayışıyla, devlet bile yönetsek bu minval üzere bir hayat inşa etmeliyiz. Hesabı verilebilir, hesabı sorulabilir bir yaşayışın içinde hayatımızı biçimlendirmeliyiz. Kısaca şu ilkeler içinde olmalıyız:
1-Bizler Türkiyeli Müslümanlar olarak ümmet coğrafyasında kardeşlerimizin yaşadığı acılar karşısında onların acılarını gidermeye dönük adımlar atmalıyız. Vakıa şu ki kardeşlerimiz Müslüman oldukları için ne kadar acı çekmekteler, İslami kimliklerinin bedelini en ağır bedellerle ödemekteler işte bu acıdan bizim payımıza da sorumluluk düşmeli değil mi? Ulus devlet anlayışı öyle parçalayıcı bir kültür yaydı ki onların acılarını hissetmeyen duymayan bir durumdaydık. Üzerimize atalet örtülmüştü. Ve kendi mahrumiyetimizden çevremizi algılayamaz hale gelmiştik. Ama Rabbimiz aramızda günleri dolaştırıyor. Bu gün öyle günler gelip çattı ki, hamdolsun İslami kaygılarla bu meselelere bakan ve çözüm konusunda ortak seferberlik içinde olduğumuz bir iktidar kardeşlerimizin sorunlarına el uzattı. Bu durum bir olumluluktur, bunun yitirilmemesi için aramızda öyle bir sistemişlesin ki kişisel, hizbi faydacılıktan uzak İslami kimliğimize uygun bir form üretebilelim ve bu işleyiş kalıcı olsun. Süreç siyasal işleyişin sürmesi, denetlenmesi ve makul öneriler öne sürmek konularında bize çok büyük sorumluluklar yüklemekte. Kardeşlerimize ve Müslüman halkımız imkan içinde olacaklar ki‘İslam yaşasın’ ve nesillere ‘Müslümanların hayat örneklikleri’ olgunlaşarak intikal etsin.
2-Hiç bir siyasal işleyiş kimlikten bağımsız değildir. Müslümanlar uzun süredir kendi bakışıcılarıyla değil başkalarınınbakışıcısıyla olaylara bakmaktalar. Kültür bize öğretilmiş, belletilmiş, bilinç altımıza işlemiş. Örn.ABD Irak’ı işgal ediyor, ardından değerlendirmelerde petrolün varlığına bağlı ve kapitalizm gerekçeleri üzerinden okuyuş biçimleri devreye giriyor. Afganistan’a ABD çıkartma yapıyor, Afganistan’ın yer üstü yeraltı zenginlikleri, jeo stratejik önemi üzerinden okuyuşlar devreye giriyor. Mesele bu değil, mesele ‘hak batıl mücadelesi’ öyle değil mi? ABD başkanı Bush 11 eylül sonrası ‘bizim hayat tarzımıza saldırı var bu affedilemez’ demiş ve İslam beldelerine müdahale stratejisini uygulamayakoymamış mıydı? Yine Suriye’de direniş üzerinden yıllar geçmiş ama Müslüman çevrelerden önde gelenlerinden orada mücadele eden büyük muhalif cephelerinin adını bile bilmeyenler var onların adlarını duyduklarında da bu nedir diye soruyorlar. Müslümanların bu ilgisizliği ümmet meselelerine bakışta nerede durduğumuza bir örnek aslında. Oysa İslam düşmanı karşı cepheye bakın, Erdoğan ‘hayır’ çadırını ziyaret ediyor bir vatandaş köprüye ‘Yavuz Selim’ ismini niye verdiniz diyor. Bu bize ehli batılın nasıl bir zindelik içinde olduklarına dair ipucu sunmakta, biz Müslümanlar olarak bu konularda aynı zindeliğe sahip miyiz? Bir soralım kendimize.
3-Müslümanlar olarak reel şartları doğru okumalıyız. Bu gün Erdoğan sadece PYD, İranfaktörüyle değil, daha küresel anlamda bu güçleri sahada kontrol eden Batı, ABD, Rusya’nın emperyal hesapları arasında ve bölgemizin baş belası İsrail faktörüne karşı, olumsuz şartlardan birini veya bir kaçını bastırarak reel alanda ülke ve ümmet yararına mücadele veriyor. Çünkü o da Müslüman ve kaygılı bir kimliğe sahip. Görünene göre hareket etmeliyiz ve doğruya niçin doğru demeyelim ki. Şimdi burada verilen bazı tavizlerin ne anlama geldiğini bilelim; kazık da yemeyelim, kolay da yenilmeyelim, yani güçlenmek için imkânaihtiyacımız varsa bunun bütüncül okuma ve değişen şartlar karşısında kendimiz e alan açmakla ilgili boyutlarının olduğunu bilelim. Fakat bu, ilkeli, adil bakıştan ve şahidlik kriterlerimizden de bizleri uzaklaştırmasın.
4-Müslüman kendi menfaati (kişisel, hizbi hesapları) için değerli işleri görmezden gelemez. Her birimizin bir ilişki ağı sözkonusu. Ümmet meselesini ele alışta sadece kendi hizbimizin menfaatleri değil adil ve genel maslahatları gözeten bir değerler anlayışına sahip olmalıyız, adil şahidler olmalıyız. Hizbimizin önceliklerini değil ümmetin maslahatını öncelemeliyiz.
5-Modern hayat bize kategoriler dayatıyor. Kendinin en nadide olduğunu yutturmaya çalışıyor. Modern hayatın merkezinde bireycilik yerleşmiş. Ego, zevk, sınırsızlık, zevkçilik, hesap vermeme yerleşmiş, buradan değerler üretilmiş ve topluma bunlar sunuluyor veya modelleştiriliyor. Ayrıca etkin enstrümanlarla hayatımızda etkin kılınmaya çalışılıyor. Aile, özel alan, iş hayatı adeta sorumluluk dışına çıkarılmaya çalışılıyor; peki din neye karışacak?Yaptıklarımızın hesabı, bir muhasebesi olmayacak mı? Oysa modern hayat kendi batıl değerlerini hemyüklüyor ve adeta temsil açısından da hesabını soruyor ama bizim değerlerimizi hiçleştirmeye çalışarak.
Şehid Seyyid Kutup ‘cahiliyye’ derken işte bu vurdumduymazlığa dikkat çekiyordu. Bu kuşatılmışlığa, nefsin ve beşeri değersizliğin egemenliğine dur diyordu. Muhasebeden uzak hayatımızı kuşatan bu biganeliğe dikkat çekiyordu ve işte tam burada tevhidi hatırlatıyordu.
Kıyame Suresinde Rabbimiz ‘’O gün insana ön gördüğü ve geri bıraktığı şeyler sorulacak. İnsan kendi nefsinin şahididir o gün’’ (Kıyame 13,14) hatırlatmasını yapıyor. Yaratılışı, niçin neden sorularının cevabını ayetlerde anlatıyor ve diyor ki’’insan kendinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor’’ (Kıyame 36) İşte hayatımızın özeti bu.
Sadece yeme içime ve nefsi standartlardan ibaret olmayan, bunların üstünde bizi ‘insan’ yapan ‘sorumlu’ yapan ve tüm hayatın alanlarında bizi sosyal, siyasal, kültürel tüm alanlarda bize ümmet olma yolunda sorumluluk yükleyen bir dinin mensupları olarak yeniden ‘ayağa kalmak’ insanlık adına, tüm yeryüzünde İslam’ın hakimiyeti adına ‘’İslam Ümmetinin Yüksek Uygarlığını İnşa Etme’’ görevimiz var. Ve bunu korumak, geliştirmek zorunluluğumuz var.
Rabbimiz sorumluluklarımızı bilen, hayatını ‘hayırlı Müslüman topluluk’ olma yolunda sürdüren ve dini üzerinde ayakları sabit olan kullar eylesin bizleri.