Ulus–devlet, ama nasıl bir ulus?

Şahin Alpay

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Zafer Haftası dolayısıyla yayımladığı mesajda, medyaya göre TSK'nın "Kürt açılımı" konusundaki "olmazsa olmaz"larını sıraladı. TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi yerinde durduğu sürece, daha doğrusu (Genelkurmay eski başkanı Org. Hilmi Özkök'ün deyişiyle) "herkesin kendi işini yaptığı" Türkiye'ye ulaşıncaya kadar, askerin kendi görev alanına girmeyen konulardaki açıklamalarını izlemeye ve elbette bunları usulden ve esastan eleştirmeye devam edeceğiz.

Başbuğ'un açıklamasında öncelikle eleştirilmesi gereken şu: "Her konuyu tartışabilme özgürlüğünün, devletin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içermemesi..." İnsaf! Bugüne kadar 40 bin yurttaşın, bu arada 5 binden fazla askerin, 7 binden fazla güvenlik güçleri mensubunun ölümüne yol açan, tam da her konuyu tartışabilme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar olmadı mı? Dert ve sıkıntılarını özgürce ifade edemeyenler, demokratik düzen içinde, siyasi yoldan hak arama imkânı bulamayanlar dağlara çıkıp, terörist olmadı mı? İnsanların dağlardan inip teröristliği terk etmelerini istiyorsak, birinci olmazsa olmaz, "muasır medeniyet"in geçerli olduğu bütün ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de yöntem olarak şiddet savunulmadığı, şiddete çağrı yapılmadığı sürece her görüşün serbestçe ifade edilmesi.

Başbuğ'un ifade ettiği "olmazsa olmaz"ların en başta geleni ise, Anayasa'nın "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir..." diyen 3. maddesinin ve Türkiye'nin "ulus devlet ve üniter devlet yapısının" korunması. Görülüyor ki, "ulus devlet" nedir, "üniter devlet" nedir, "resmi dil" ile bu ikisi arasında ilişki nedir konularında açıklığa kavuşmakta büyük yarar var. "Ulus–devlet" kavramıyla başlayalım.

"Ulus–devlet", çok–uluslu imparatorlukların ve şehir devletlerinin ortadan kalkmasıyla yaygınlık kazanan siyasi örgütlenme biçimidir. İki farklı şekilde anlaşılabilir. Artık "muasır medeniyet" dışında kaldığını söyleyebileceğimiz anlayışa göre "ulus–devlet," yurttaşlık ile etnisite (soy) ya da kültürün örtüştüğü devlet biçimidir. Burada "ulus" (millet) ya etnik bakımdan türdeş bir toplumdan oluşacaktır ya da toplum asimilasyon (kültürel eritme) yoluyla türdeş kılınacaktır. Yani, ulus-millet ya sadece Türklerden oluşacak ya da Türk olmayanların Türkleştirilmesini gerektirecektir. Mümtaz Soysal'ın Türklüğü kabul etmeyen Türkiye Kürtleri ile Irak Türkmenlerinin mübadelesini önerdiğinde kastettiği "ulus devlet" budur. MHP ve CHP genel başkanlarının paylaştıkları "ulus" ve "ulus-devlet" anlayışı da budur.

Öteki, "muasır medeniyet"e uygun "ulus-devlet" anlayışı ise, hiçbir modern devletin kültürel bakımdan homojen–türdeş olamayacağını kabul eder. Burada "ulus," yurttaşların etnisite (soy) ya da kültürel türdeşliğine değil, ulusal topluluğa gönüllü bağlılıklarına dayanır. Yani kültürel değil siyasal bir ulus söz konusudur. Ulus, kültürü değil, yurttaşlığı ve onun getirdiği haklarla yüklediği sorumlulukları paylaşanlardan oluşur.

Bugün Türkiye'de asıl tartışma, ne "Türkiye devleti" kavramı, ne onun "üniter yapısı," ne de "resmi dilin Türkçe olması" üzerine... Tartışma, Türkiye Cumhuriyeti hak ve sorumluluklarda eşit yurttaşlardan oluşan bir ulusa dayanan "Türkiye devleti" olarak yenilenecek mi, yoksa Türklerden ya da Türkleşmiş olanlardan oluşan bir ulusa dayanan "Türk devleti" olarak anlaşılmaya devam mı edecek noktasında odaklanıyor. Yani çağdışı bir ulus ve ulus–devlet anlayışında ısrar ederek sonunda bölünmeye mahkum mu olacağız, yoksa Türkiye Cumhuriyeti'ni kendi anadil ve kültürlerini koruyan, ancak yurttaşlığın getirdiği hakları ve sorumlulukları paylaşanlardan oluşan modern bir ulusa dayanan, özgürlükçü ve çoğulcu demokratik rejime sahip bir ulus–devlet olarak yeniden mi tanımlayacağız?

Gelecek yazımın konusu, "Üniter devlet, ama nasıl bir üniter devlet?"

ZAMAN