ULUSÇULUK ÇIKMAZI - Yavuz YILMAZ
"Ulusçuluk Çıkmazı" Hamza Türkmen tarafından kaleme alınan, Kürt sorununun tarihsel ve kültürel temellerini irdeleyip, İslami anlayışı temel alarak çözüm yolları üretmeye çalışan yeni ve başarılı çalışmalardan biridir. Çalışmanın bir diğer önemli yanı, konuyla ilgili hemen hemen tüm kaynakların taranmış olmasıdır
Kitabın önsözü şu önemli tespitle başlamaktadır: "İslam ümmeti, idari ve eğitimsel alanlarda Kur'an'ın muhkem ölçülerinden uzaklaşılmasıyla oluşan bir çözülme ve dağılma sürecini yaşamaktadır." Bu tespit sadece Kürt sorununun değil, İslam toplumlarının karşılaştığı bütün sorunların çözümünü zorlaştıran temel faktördür.
Yazara göre, İttihat ve Terakki tarafından yürürlüğe konan ulusçuluk projesi, İslam dünyasında yaşanan iç çatışmaların temel nedenidir. Bu tespit sosyal olayları tek nedene indirgemenin taşıyacağı riskleri taşısa da büyük ölçüde doğrudur. Elbette ulusçuluk projesinin neden bu kadar kolayca bu topraklarda kök saldığı konusu da ayrıca incelenmelidir.
Yazarın Kürt sorunu konusundaki inisiyatifin çeşitli nedenlerle sosyalist ve sol grupların eline geçtiği konusundaki belirlemesi de son derece yerindedir. Bu konudaki olumsuzluğu aşmada bu ve benzeri eserlerin büyük katkısı olacağı kesindir.
Kitaba, ulusçuluk kavramının tarihsel analizi ve Türkiye'deki algılanışı ile başlayan yazar bu konuda son derece doyurucu bilgiler veriyor. Bu bölüm Türk toplumunda oluşan ulusçuluk düşüncesinin devlet projesi olduğunu bütün açıklığı ile gösteriyor. Kitabın 21.sayfasında Mahmut Esat Bozkurt'un şu cümlesi bu projenin ne kadar vahim noktalara varacağını gösteriyor: " Bu memlekette Türk olmayanların bir tek hakkı vardır; Türklere hizmetçi olmak, Türklere köle olmak hakkı."
PKK'nın toplumda nasıl algılandığı konusunda da yaşanan kafa karışıklığı hakkında da ilginç bilgiler veriliyor. Kitabın 24. Sayfasında verilen bir anket bu kafa karışıklığını bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.
"Sizce PKK Vatanı Bölmek mi İstiyor?
DTP'nin güçlü olduğu Doğu ve Güneydoğu illerinde %08,7
DTP'nin güçlü olmadığı Doğu ve Güneydoğu illerinde %58,7
Batı illerinde %82,6
Diğer bütün söylenenleri bir kenara bıraksak bile sadece bu anket bile sorunun nasıl farklı algılandığı konusunda yeterince bilgi vericidir. Bir sorunun nasıl olduğundan daha önemli olan nasıl algılandığıdır. Bu yüzden bu tür sorunlarda algı yönetimi son derece önemlidir.
Yazarın Müslümanların bu sorunu algılayışına etki eden faktörler konusunda yaptığı belirleme çok önemlidir: "1940'lı yıllara doğru iyice sindirilen Türkiye Müslümanlarının muhalefeti, çok partili sisteme geçerken bazı imkânlara ulaşabilmek için önce Türk ulus devletiyle, sistemle, milliyetçilik ve giderek de sağcılıkla bir takım teviller yaparak uzlaşma yoluna gitmişti."(sf:25) Daha sonra bağımsız bir İslami anlayışın ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte Kürt sorunuyla ilgili yeni ve özgün yorumlar yapılmaya başlanmıştır.
Bir problemi çözmenin başlangıç noktası sorunu tanımlamaktır. Öyle görülüyor ki, sorunu tanımlayan bütün taraflar olayı kendi ideolojik perspektiflerinden hareketle tanımlıyorlar. İslami kesim içinde yer alan grupların da Kürt sorununa bakışında bir homojenlik yoktur. Yazara göre "İslami kesim arasında da Kürt sorununun algılanışı; Kur'an'la irtibat biçimi, öncelikli islami hedefler ve birliktelik sorunuyla ilgili devam eden çeşitlilik gibi, henüz homojenleştirilememiştir." Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bir sorun karşısında neden homojen bir tavır takınması gerektiği sorunudur. Oysa İslam tarihi bize gösteriyor ki, sosyal ve kültürel sorunlara farklı çözüm modelleri üretmek mümkündür. Dolayısıyla konu ile ilgilenen grupların farklı anlama biçimleri ve modeller kullanmaları zaaf olarak görülmemelidir.
Şurası muhakkak ki, Kürt sorununun yazarın da belirttiği dibi çok sayıda algılama biçimi vardır: Ulusal dayatmalara karşı olarak ortaya çıkan, sömürgecilerin yönlendirmesinden etkilenen; güvenlik konusu, bağımsızlık mücadelesi, ayrılıkçı, feodal veya insan hakları meselesi olarak algılanmaktadır. Benzer şekilde PKK içinde de Kürt sorununa bakış çeşitlilik arz etmektedir. Özellikle açılım sonrası ortaya konan görüşler, gerek müslüman kesimde, gerek liberal ve sosyalistlerde, gerek milliyetçi çevrelerde, gerekse PKK içinde farklı görüşlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Sorunun anlaşılmasında ve çözümünde kullanılan kavramların hayati önemde rolü vardır. Bundan dolayı yazar olayla ilintili olan kavim, kabile, halk, ümmet, ırk ve ulus kavramlarını analiz ediyor. Sonra sorunun asıl nedeni olarak konumlandırdığı Türk ulusçuluğunu tarihsel ve felsefi anlamda temellendiriyor. Osmanlılar içinde Türklerin nasıl konumlandığını ve cumhuriyet döneminde yapılan akıl almaz çalışmaları, gen yapıları ve DNA testleriyle ırkçılık düşüncesinin bilimsel bir temele nasıl oturtulmaya çalışıldığının ilginç öyküsünü anlatıyor. Yazar ayrıca ulusalcılığın felsefi, ekonomik, kültürel ve tarihi temellerini ayrıntılarıyla analiz ediyor. Öyle anlaşılıyor ki, ulusalcılık kendine sağlam bir zemin oluşturmak için her tür imkânı kullanıyor.
Etnik sorunu temellendiren kavramlardan biride azınlık kavramıdır. Ulus devletler ulus kavramı üzerine bina edildiklerinden, bu kavramın dışında kalanlar daima problem olarak algılanmışlardır. 19 ve 20. Yüzyılda gerçekleşen katliamların büyük kısmını etnik temelli katliamlar oluşturmuştur.
Yazar ayrıca Türkiyecilik, millicilik, milliyetçilik kavramlarının müslümanların zihinlerinde yarattığı bulanıklıktan bahsederek, bunun bağımsız bir islami kimlik oluşturma noktasındaki olumsuzluğuna haklı olarak dikkat çekiyor.
Türkiye'nin başını ağrıtan kavramlardan biri de azınlık kavramıdır. Şurası muhakkak ki, Türkiye'nin azınlık tanımı, üyesi olduğu batı anlayışının bile çok gerisine düşmüştür. Ancak öyle görünüyor ki, Turgut Özal'dan beri bazı siyasal aktörler, mevcut yapısıyla Türkiye'nin iç bütünlüğünü sağlamasının zor olduğunu kavramış bulunuyorlar. Türkiyelilik kavramı da aslında iç bütünlüğü sağlama yönünde üretilmiş bir formüldür. Buradaki temel sorun ülkeyi tanımlarken bir etnik gruba diğerlerinden daha önemli bir statü belirlenmesi sorunudur. Burada yazarın, sistemin kendini yenilemesine imkân sağlayacağı gerekçesiyle karşı durduğu "Türkiye milleti" kavramı en sorunsuz kavramlardan biri olarak görülmektedir.
Hiç şüphesiz biz nasıl görürsek görelim sorunun önemli bir muhatabı PKK ve onun lideri Abdullah Öcalan'dır. Öcalan'ın zaman içinde görüşlerinde oluşan radikal değişiklikleri analiz eden yazar, bunu sistemli bir fikri gelişim olmaktan çok, "pratik dayatmalar ve şablonik teorilerin yetersizliği" ne (sf:97)bağlaması son derece isabetli bir yorumdur. PKK, zaman içinde "Bağımsız Bileşik Kürdistan" politikasından "Demokratik Birlik" projesine vardığında artık yeni ilkeler belirlemiş bulunuyordu.
"1) Ülke bütünlüğü, ortak vatan.
2)En doğru çözüm, demokratik cumhuriyette sağlanacak siyasal birlik ve bağımsızlıktır.
3)Kürt toplumunun dil ve kültür özgürlüğü sağlanmalıdır.
4)Askeri ve silahlı güç yaklaşımları çözüm için anlamını yitirmiştir ve terk edilmelidir.
5)Başta PKK olmak üzere yasadışı birçok örgüt normal siyasal ve yasal sürece kendini uyarlamalıdır.
Elbette PKK'nın bu evrilmesinde hem yıllardır sürdürdüğü silahlı mücadeledeki başarısızlığı, hem bütün baskı ve şiddet politikalarına rağmen Kürtlerin yeterince destek vermemeleri, hem de uluslar arası konjonktürün değişen atmosferi bu kararların alınmasında etkili olmuştur.
Müslümanların Kürt sorununa yaklaşımlarında eksikliklerin ve yetersizliklerin bulunduğu doğrudur. Ancak burada şu gerçeği kabul etmek gerekir ki, müslümanlar uzunca bir süredir sorun çözme yeteneğini kaybetmiş bulunuyorlar. Asıl sorun bir konunun nasıl çözümleneceğini belirlemek kadar, bu konuda üretilen çözümün uygulamaya konulmasıdır.
Özet olarak yazara göre sorunun çözümünde göz önünde bulundurulması gereken ilkeler şunlardır:
1)Ulus olgusu Müslüman bilincine yabancı bir kavramdır. Bu yüzden bu kavram temel alınarak ideal bir siyasal yapı oluşturulamaz.
2)Kürt sorununun kaynağı ulus devletlerin uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Ulus devletlerin ırk, ulus ve etnisiteye bakışları çoğunlukla problemlidir. Irkçılık özellikle AB ülkelerinde suç sayılsa bile orada azınlık olarak yaşayan Müslümanlar ırkçı tavırlara muhatap olmaktadırlar.
3)Müslümanların tavrı sığınmacılık ve uzlaşmacılık değil, onurlu ve ilkeli bir şekilde talep etmektir. Bu konuda müzakereci siyaset ve ortak iyinin iktidarını aramak gerekir.
4)Müslümanların Kürt sorununa ilgisiz kalması düşünülemez.
5)Türk milliyetçiliği gibi Kürt milliyetçiliği de kabul edilebilir bir kavram değildir.
6)Diğer sorunlar gibi bu sorunda ancak İslam ortak paydasında çözülebilir.
7)Sorunun çözümü için kamuoyu bilinçlendirilmelidir.
8)Kısa vadede;
a)Kürt halkının kimlik sorunları gündemden düşmemelidir.
b)Resmi ideolojinin fıtratla çatışan politikalarına karşı tavır geliştirilmelidir.
c)Kürtlerin içinde bulunduğu olumsuz şartlar düşünülerek ekonomik, sosyal yardımlar yapılmalıdır.
d)Komşu ülkeler arasında vize kolaylığı sağlanmalıdır.
e)Yasaklanan yer adları iade edilmelidir. Çünkü bu tür yasaklar insan onuruna yapılan vahşice saldırıdır.
9)Kürt ulusalcılığı yaratılmasına imkân verilmemelidir. Ulusalcılığın her türünün yeni mazlumlar yaratacağı ve yeni problemler doğuracağı açıktır.
10)Kürt sorununun nihai çözümü tevhidi bilinçle gerçekleştirilebilir.
Kitabın hemen hemen tamamında ideal bir İslami düzen içinde problemin çözümleneceğine dair işaretler vardır ve bu belirleme elbette doğrudur. Ancak kabul etmek gerekir ki, biz ideal bir İslami düzen içinde yaşamıyoruz. Kaldı ki, siyasal düzen konusu büyük ölçüde içtihat ile çözümlenecek bir konudur ve bu konuda belirlenmiş bir düzen yoktur. Bu konuda Ali Bulaç'ın "müzakereci siyaset" kavramını daha kullanışlı ve sorun çözücü buluyorum. Elbette bir müslümanın amacı adil bir toplum düzeni için çaba sarf etmektir, ancak bu aktüel bir konuyu görmezden gelmemize neden olmamalıdır. Bundan dolayı yazarın geçiş sürecinde (kısa vadede) aktardığı çözümler daha büyük anlam taşımaktadır. Yazarın sorunun kaynağı olarak ortaya koyduğu ulusçuluk felsefesi büyük ölçüde doğrudur; ancak sosyal olaylar hiçbir zaman tek faktörlere indirgenemez. Kaldı ki, bana göre Müslümanların karşılaştığı sorunların asıl nedeni kendi durumlarıdır. Büyük ölçüde problem Müslümanların sorunun kaynağını başka yerlerde arama gayretidir. Bu durum hem özeleştiri yapmayı engellemekte, hem de sorunun nedenlerini kendi dışında arama kolaycılığına sebep olmaktadır. Başından beri yazarın ısrarla vurguladığı ve sorunun kaynağı olarak gösterdiği ulusçuluk felsefesinin, Müslüman bilincini nasıl bu kadar derinden etkilediği, üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir noktadır.
Ulusçuluk Çıkmazı: Kürtler ve Çözüm Arayışları / Muhammed YILDIRIM
Hamza Türkmen'in 1991 yılından itibaren Kürt sorunuyla ilgili İslam'ı referans alarak yazmış olduğu yazılarını derleyerek, kısmen de yeni düşüncelerini katarak paylaştığı kitabının şimdiden bize katacaklarından dolayı kendisine müteşekkiriz.
Sayın yazar, kitabın önsözünden başlayarak İslam Ümmetinin Kuran'dan uzaklaşması neticesinde kendilerine duçar olan Avrupa menşeli ulusalcılığın, İslam coğrafyasında açmış olduğu yaraları ve tarifi imkânsız acıları anlatmaktadır.
Sayın yazar kitabın 1.Bölümünde kavramlar üzerinde ziyadesiyle durmakta olup, Avrupa kökenli "ulus, millet" gibi kavramların İslami kavramlar (kavim-Şa/b) yerine kullanılmasından duyduğu rahatsızlığı ve bunun Müslümanların dili ve duygularında meydana getirdiği tahribat ve dejenerasyondan bahsetmektedir. Ancak İslami kavramların sadece böylesi durumlarda kullanılması veya ön plana çıkarılması bence yeterli değildir. Eğer İslami bir dilin oluşmasını istiyorsak bu yazıların geneline hâkim olmalıdır. Burada ayrıca şunu belirtmeliyim, sayın yazar Pkk ve Ak Partiye nasıl hitap edeceği konusunda kararsızdır. Bu yapıların kendilerini tanımladıkları şekilde mi (Pekeke-Ak Parti) yoksa rakip ve düşmanlarının(Pekaka-Akp) kullandığı dil ve üslupla mı hitap edeceği konusunda kararsızlık yaşamaktadır.
Sayın yazar, Osmanlının bir dönemi ile Türkiye Cumhuriyet'inin ilk dönemlerinde şeklen de olsa İslami göründüklerinden Kürtlerin milliyetçi hareketlere girişmediğini; ama İslam'dan uzaklaşmaya başlayan Osmanlı ittihatçılarına karşı Seyh Abdulselam Barzaniyle başlayan ve Türkiye Cumhuriyetinin laikleştirme, Türkleştirme ve asimilasyonlara karşı 1924'ten günümüze kadar gelen ve süreklilik arz eden Serhıldanlardan adil bir yaklaşımla bahsetmektedir.
Kürt sorununun tanımını yaparken "Kürtlere uygulanan imha, sürgün, asimilasyon politikaları sorun olarak değil zülüm olarak algılanmalıdır." tanımını kullanarak yerinde ve erdemli bir tanım yapmaktadır. Yazar Kürtleri hem dini hem de kavmi özelliklerinden uzaklaştırmak için uygulanan asimilasyon ve baskılardan söz ederek bu ülkede Kürtlerin iki defa zulme uğradığı gerçeğinin doğru olgu olduğunu görmektedir.
1925 Şark Islah Planı ile zorunlu göçe tabi tutulan Kürtlerin yaşadıkları ve serhıldanlar sırasında yapılan zulümlerden ayrıntılı olarak bahsetmesi adil yaklaşımın göstergesidir.
Bu kitabın benim açımdan en önemli yanlarından birisi yazarın konu hakkında tarafsız ve cesur yaklaşımıdır. İslami kimlikleriyle bilinen yazarların çoğunluğu Kürt sorunuyla ilgili konuşma ve yazılarında İslam ve Ümmet bilincini sürekli bir örtü olarak kullandıklarını biliyoruz. Kürt sorununda solcu düşüncenin bu güne kadar ön planda olmasının ana nedenlerinden biri hatta en önemlisi göz önünde olan İslami kimlikli Müslümanların konuya yeterli ve adil bir yaklaşım göstermemelerinin olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Sürekli göz önünde bulunan yazarların ve cemaat liderlerinin Ak Parti hükümetinin Kürt sorununa ilgi duymaya başladığı sürece gelinceye kadar, konuyu görmezlikten gelmeleri ya da İslamı, Kürt sorununu örtmek için bir örtü olarak kullanmaları nedeniyle dindar Kürt halkının eski sosyalist yeni laik Pkk'nin saflarında yer almalarında önemli bir etken olduğu gerçeğinin göz ardı edemeyiz.
Sayın yazar kitabın 2. bölümünde Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının ardından İmralı savunması ve Pkk'nin geliştirdiği yeni stratejileri tahlile tabi tutarak yerinde eleştiriler getirmektedir. Bu eleştiri ve tespitlere yakın ve benzerlerini bu sitede çeşitli kalemlerden okumuştuk. Tevhidi düşünceye sahip olan ve konuyla ilgilenen Müslümanların bu konudaki fikirlerinin bir birlerine paralelliğini görmek mümkündür.
Rejimin 80 yılda beceremediği hatta asimilasyona kısmen yenik düşmelerine rağmen Kürtlerin tüm eksikliklerine rağmen dini anlayışlarından ödün vermediğini ancak Pkk'nin 30 yıllık geçmişiyle bu konuda Kürtlere vermiş olduğu zararları göstermekte, Apo ve ekibinin bire bir Kemalizmi taklit ederek oluşturmaya başladıkları "Apoizmi" çarpıcı örneklerle gözler önüne sergilemektedir. Sanırım Apoistlerin içinde bulunduğu durum ve ruh hali en tutucu ve bağnaz tarikatlarda bile az görülen bir şeyh-mürit ilişkisinden öteye gitmediğini söylemek yanlış olmasa gerek.
Burada asıl irdelenmesi gereken konu Pkk'nin kısa vadede bu kadar manevralar yapmasına rağmen üstelik yaptığı tüm manevralarda Kürtlerin değer yargılarına ters düşmesine rağmen halktan neden destek gördüğü sorusudur. Müslümanların bu konudaki mesuliyetleri nelerdir?
Yazarın 1992-1995 tarihleri arasında bölgede meydana gelen ve maalesef iki tarafında da Müslümanların olduğu olaylara temas etmeden geçmesinin ciddi bir hata olduğu kanısındayım. Konuya ileride değineceğim inşallah.
Sayın yazar Müslümanların çözüm arayışları bölümünün başında sunduğu 3 maddelik bölümde dile getirilen "Türkiyedeki Müslümanların bölge olaylarına yeterli ilgiyi göstermedikleri, yanı başlarında ki bu soruna, Filistin, Bosna, Çeçenistan olaylarına gösterdikleri ilgi kadar burayla ilgilenmedikleri" şeklindeki eleştirilere kısmen katılıp kısmen katılmadığını belirtmektedir. Ancak savunma psikolojisiyle gereğinden fazla sert tepki vermektedir.
İslami kesimlerden Kürt sorununa tamamen uzak duranların "Kürt sorunuyla ilgilenenlerin olayın sıcaklığı nedeniyle ulusalcı propagandanın etkisinde kalıp İslami havzadan kopacaklarıdır" söylemine karşılık sayın yazar söz konusu Türk ve Arap kimliği olduğunda aynı tutarlılığı gösteremediklerinden içine düştükleri ikilem ve samimiyetsizliği açık yüreklilikle belirtmektedir.
Sayın yazarın "Müslümanların deklare edilmiş çözüm arayışları" alt başlığında sadece mazlum-Der'in 1992 ve Özgür-Der'in 2006 tarihli bildirgelerinden söz etmesinin nedeni sanırım Müslümanlar tarafından açıklanan diğer çözüm önerilerinden haberdar olmamasıdır.
14 Ağustos 2009 tarihinde İslami kimlikleriyle tanınan; İNSAN-DER (VAN -MERKEZ)ÖZGÜR YAŞAM DERNEĞİ(HAKKARİ -MERKEZ)ŞAFAK DER (VAN-ERCİŞ)AKABE- DER(BİTLİS-NORŞİN) bölgedeki STK'lar tarafından hazırlanan ve DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ, MAZLUM DER İNSAN HAKLARI DERNEĞİ, UMUT IŞIĞI DERNEĞİ, ERDEM-DER ve TOPLUM-DER'in desteklediği çözüm paketi "Fıtrat Com" ve "Ufkumuz.com" başta olmak üzere birçok İslami internet sayfalarında yayınlanan çözüm paketine sanırım sayın yazar denk gelmedi.
1992 tarihli Mazlum-der tarafından düzenlenen forumda nezaket takıntısı yüzünden dile getirilmediği ifade edilen "Her ulusun bir devleti varsa Kürtlerin neden olmasın?" sorusu yerinde ve önemli bir sorudur. Kanaatimce bu soruya her vicdan sahibinin tereddütsüz net bir cevabı olmalıdır. İslam coğrafyasında bu bölünmüşlük devam ettiği sürece, var olan ulus devletlerin asimilasyon politikaları devam ettiği sürece Kürtlerin dillerini ve ananelerini korumak adına bir devletlerinin olması elzemdir.
Sayın yazar Güney Kürdistan'daki yapılanmalardan söz ederken, olayı Amerika'nın işgalinden bu yana işletmesinin, Barzani ailesinin önderliğindeki hareketin geçmişine haksızlık olduğu kanısındayım. Ayrıca sayın yazarın güney Kürdistan konusunda gereğinden fazla sert olduğu kanısındayım.
Kitabın en can alıcı bölümlerinden birisi de "Seçimlere göre Kürt nüfusu ve Kürtler arasındaki üç küme" şeklinde yapılan değerlendirmedir. Bu bölümde DTP, Ak Parti dışında üçüncü güç odağının ise tevhidi bilince sahip Müslümanlar olduğunu ifade etmektedir. Ve bu kısımda en aktif öbeğin silahları bırakan ve çatışmalardan uzak durduğunu söylediği "Bir Gruba" işaret etmektedir.
Haksız yere bir insanı öldüren bir âlemi öldürmüştür. Düsturundan hareket edecek olursak; yüzlerce âlemi öldürmüş bir grubun Sayın Hamza Türkmen'in kaleminde bu şekilde ifade bulması en hafif ifadeyle hayal kırıklığıdır. Sayın yazarın referans olarak aldığı Gültekin Avcı'nın Kitabındaki bilgilere ihtiyacı olmadığı kanısındayım. Çünkü Sayın Hamza Türkmen'in bu ülkede 1992-1995 tarihleri arasında meydana gelen olaylarda bilgisine baş vurulabilecek konumda olduğunu sanıyorum.
Bu gurubun bölgedeki İslami yapıları kaç yıl geriye götürdüğünü, bu olayları değerlendirmeye tabi tutmadan Kürt sorunu ve İslami yapılar konusunda yapılacak değerlendirmelerin eksik kalacağını yukarıda belirtmiştim. Haksız yere kaç insanın kanına girdiklerini, geçmişte yaşanan olaylardan dolayı helallik dilemek yerine yazdıkları sözde kitapla olayları nasıl tersten anlattıklarını ve buradaki riyakârlıktan Sayın yazarın bihaber olduğunu sanmıyorum. İzettin YILDIRM, Mehmet SÜMBÜL cinayetlerinin kimler tarafından işlendiğini sanırım sayın yazar çok iyi bilmektedir.
Peki, tüm bunlara rağmen şahitlik görevini yerine getirmeyenler tarihe ve Rabbimize nasıl hesap vereceklerdir. Sayın yazarın bahsini ettiği 2008 Mart ayında yayınlanan Gültekin AVCI'ya ait kitaba Sayın yazarın kitabını aldığım tarihte rastlantı sonucu ulaşabilmiştim. O kitabın 144. sayfasında yer alan ve Emniyet Genel müdürlüğünden alındığı belirtilen Fidan GÜNGÖR (Konuyla ilgili ayrıca bir yazı yazmayı düşündüğümden burada detaylara girmeyeceğim) olayı ile ilgili Müslüman Kamuoyunun pek de bilmediği bir bilgi yer almaktadır. Acaba Sayın yazar bu bilgiyi haber olarak da olsa Müslümanlarla paylaşması gerekmez miydi? Müslümanların güç karşısında sesiz kaldıklarını ve şahitlik görevlerini yerine getiremediklerine şahit olmuştuk; ama bunun Hamza Türkmen'de olamayacağını düşünüyordum ve düşünmeye devam etmek istediğimden, bu konuda yazdıklarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.
Son söz olarak sayın yazarın şu cümlesini aktarmak istiyorum. "Gasp edilen haklarımızı onurlu ve ilkeli bir şekilde egemenlerden talep etmenin hiçbir zaman ricacılık olmayacağı bilinmelidir. Hak ve adalet temelli hiçbir kazanım sığınmacılık veya uzlaşmacılık değildir."
Kaynak: Fitrat.com