Ulusal Yönetimleri Aşmanın Hayali ve Realitesi

HAMZA TÜRKMEN

Çoğu insan için realitemizi konuşmak da, hayallerimizi dillendirmek de karamsarlığa neden olabiliyor. Ama ahiret hesabımızı kazanmak için, acı da olsa dünyadaki hesabımızı iyi takip etmek ve bildiğimiz doğruları hem düşünsel hem eylemsel planda Peygamberi adap ve üslup içinde tanıklaştırmaya çalışmak zorundayız.

Realitemiz, yerel ve küresel cahili sistemler tarafından kuşatılmışlığımızı ortaya koyuyor. Ayrıca realitemiz, Müslüman ümmetin itikadi, düşünsel, siyasi ve cemaatsel bölünmüşlüğünü sergiliyor.

Ulusal ve küresel cahili sistemleri aşmak noktasında realitemize uymayan veya realitemizi okuyamayan romantik yaklaşımların ve mücadeleci hayallerin sorunlarıyla da karşı karşıyayız. Sünnetullahı gözetmeyen bu tür hayallerin oluşturduğu beklenti ve çabalar süreç içinde bedbinlik, çaresizlik, çözülme ve kadercilik yanlışına evriliyor.

Mevcut halimiz ve geleceğimiz için, vahyi ölçülerle yapacağımız ciddi bir tarih ve toplum değerlendirmesine olan ihtiyacımız hayatidir. Durumumuzla ilgili yeniden bir ıslah/diriliş projesinin merhaleci boyutunu aydınlatma ve bu bağlamda sünnetullahı çok iyi değerlendirme gerekliliği ile karşı karşıyayız. Tutarlı ve kuşatıcı bir kalkış için Müslümanların ortak aklını ve birikimini harekete geçireceğimiz araştırmalara, müzakereli sempozyumlara, katılımcı ve yeterli şura içtihatlarına ihtiyacımız bulunmaktadır. Önce araştırma ve tahkike, sonra diyalog ve müzakereye, peşinden de katılımcı ve yeterli şura içtihadlarına…

Egemen ulusal ve uluslar arası statüyü aşmak için fikri, yöntemsel ve organizasyon yeterliliğini olgunlaştıramayan insanlarımızı, alt yapısı oluşturulmamış idealler peşinde koşan maceralardan ve hamasetten uzaklaştırmamız gerekmektedir. Ödediğimiz ve ödeyeceğimiz bedellerin vakıamızla ve evrensel ölçülerimizle çelişmeyen karşılıkları olmalıdır. İçinde bulunduğumuz hali, statüyü doğru okumak çok önemlidir. Bugünle ilgili reel karşılıklarını bile gerçekleştiremediğimiz geleceğe ait tasarımları masal veya hikaye yazmaları için edebiyatçılara terk etmeliyiz, Asıl sorumluluklarımızı yüklenmeli ve realitemizi doğru değerlendirmeliyiz.

Tüm İslam coğrafyası, asırların yığınağı olarak oluşan ümmetsel çözülüşümüzün sonucu olarak uluslar arası istikbar tarafından kuşatılmış ve ulusal toplumlara ayrıştırılmıştır. Müslümanlar bugün şeyhlik, krallık, cunta veya cumhuriyet tarzlarında; faşist, totaliter veya demokratik tarzda yürüyen işbirlikçi ulusal devletlerce yönetilmektedir.

Ulus ve Batı-dışı Toplumlardaki Uluslaşmanın Anlamı

Uluslaşma; Kilise, derebeyler ve krallar hakimiyeti altında ezilen Avrupa köylülerinden ve insanlarından mevcut statükoya itiraz edenlerin, korsanlık ve haydutluk yolunu seçerek oluşmasına adım attıkları yeni bir toplumsal süreçti. Rönesans ve Reform çabalarıyla korsanlık ve haydutluk geleneğini birleştiren yeni ticaret sınıfı (burjuvazi), 2-3 asır içinde Avrupa’da Sanayi ve Aydınlanma Devrimleri’nin önünü açmıştı.

Fabrika merkezli şehirleşme süreci ve 1789 Fransız Ulusal Devrimi ile alt üst olan Avrupa toplumsal yapısı, Kiliseyi ve Aristokrasiyi merkezin dışına itti. Batıl telakkilerle dahi olsa Kilise ve Aristokrasi gaybi alanla ilgiliydi; toplumsal olaylara ve eğitim süreçlerine Tanrı merkezli bakıyordu. Ama Sanayi Devrimi ve Aydınlanma Felsefesi’nin taşıyıcısı yeni kapitalist sınıf ve pozitivist elitler, gaybi alanı ve Tanrı’yı hayatın ve gelişmelerin dışında bırakarak yeni bir toplumsal yapı kurgulamışlardı. Bu da ulus toplumdu.

Sanayi Devrimi’yle birlikte köylerden uzaklaşılarak fabrikalarda iş ve aş aranıyordu. Fabrikalarda ve çevresinde yığılan kalabalıklar şehirleşme sürecini getirdi. Avrupa’ya özgü bu yeni dönüşümde tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiliyordu. Yeni toplumsal yapı, Tanrı ve gaybi alandan uzaklaşılarak kurgulandı. Hayatın belirleyicisi olan insan aklıydı. Aydınlanmacı elitler “toplumsal sözleşme” olarak, egemen sınıf ise yukarıdan aşağıya “toplumsal mühendislik” olarak Avrupa’ya özgü etnik tarihler kurguladılar ve bu kurgular üzerine ulus toplumlar oluşturdular. Ulus toplumları bir arada tutacak kutsal değerler icat edildi. Vatan, tarih, sınır, devlet, bayrak ulus toplumların seküler kutsalları olarak oluşturulan ortak değerler haline getirildi. Artık burjuva sınıfının oluşturduğu kapitalist üretim ve tüketim düzeninin devam etmesi için, düzeni koruyacak ulus toplum ve ulus devlet yapısı oluşturulmuş, üretilen sanal kutsallarla kitlelerin bu yapıya veya yapılara aidiyetleri sağlanmıştı.

Ulusal toplum, ulusal devlet veya yönetim yapısı Avrupa’da Batı dünya görüşünün (paradigmasının) oluşumuyla gerçekleşmiş modern ve Avrupa’ya özgü bir durumdu. Bu paradigma akılcı, bireyci, deneyci bir sacayağı oluşturuyordu. Avrupa’nın seküler temelli kendi değişim ve dönüşüm şartlarıyla ilgiliydi. Sanayi kapitalizminin liberal ve sosyalist yorumları, kendini merkezde gören “ilerlemeci” bir tarih anlayışının farklı biçimleriydi. Sosyalist akımın da liberal akımın da varlığı, kapitalizmin gelişmesine ve büyümesine bağlıydı. Avrupa’nın ve daha sonra da Kuzey Amerika’nın bu yeni sürecine ve ekonomik yapısına; ayrıca ilerlemeci modern felsefesine Batı (Occident) denilmeye başlandı.

Avrupa ve Kuzey Amerika kapitalizmi büyümek için içteki rekabeti yanında, Batı-dışı toplumlara açılması gerekiyordu. Rekabet şartlarında ham maddeyi ucuza elde edip, pahalıya mamul mallar satarak büyümesini artırmaya çalışıyordu. Büyüme hedefi sömürü ve emperyalizm denilen politikaları da tahrik ediyordu. Bu nedenle Batı-dışı yörelerin; yani Osmanlı toprakları, İslam coğrafyası, Çin gibi alanların kontrol edilebilir pazarlara dönüştürülmesi gerekiyordu. Batı-dışı toplumları kontrol edebilmenin en önemli yolu ise onların yerel ve kimliksel aidiyetlerini bozup yozlaştırmak ve onları uluslaştırmaktı. Bu Batı-dışı geleneksel toplulukları uluslaştırmak, aynı zamanda onları Batılılaştırmaktı.

Materyasit teorisini Batılı paradigma içinde üreten Karl Marks, bu nedenle Avrupa’da, kapitalizmin sosyalist ayağını geliştirmek adına liberal kapitalizmi eleştirirken, Batı-dışı toplumların Avrupa aracılığıyla ulus devletler şeklinde Batılılaştırılmasını savunuyordu. “Türkiye Üzerine Tezler” adlı çalışmasında, İngiliz emperyalizminin Hindistan’ı sömürgeleştirmesini haklı buluyordu. Çünkü bu süreçle Hindistan halkı feodal bağlardan kopartılarak kapitalistleştirilecekti. Kapitalistleşme, yani Batılılaşma Marks’a göre Hindistan halkları için  bir ilerlemeydi, onu kapitalizm öncesi üretim aşamasından kurtaracaktı. Bu nedenle tekstil sanayi gelişsin diye binlerce Hintli dokuma işçisinin eli kesilmişti. Komünist Marks için tekstil fabrikaları Hindistan’da kurulduğu zaman fabrikalarda işçi sınıfı oluşacak ve tarihin ilerlemeci akışı içinde sosyalizme adım atılacaktı. Yani sosyalizm için işçi sınıfı gerekliydi, kapitalistleşme dışında da işçi sınıfı oluşamazdı. Bu doktrinel saplantı, pozitivizm veya diyalektik materyalizm adına tarihi masa başında sanal şablonlarla belirlemeye çalışan bir bağnazlık ve gerçekliği tahrif etmeye çalışan bir körlüktü.

Ulusçuluk akımı Osmanlı Müslüman tebasına 18., 19. yüzyıllarda, Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde açılan Türkoloji, Araboloji, Kürdoloji gibi enstitülerle ihraç edilmeye başlandı. Osmanlıda vahiyden uzak kalınmasıyla doğru orantılı olarak toplumsal çözülme ve çürüme  söz konusuydu. Bu çözülme sürecini yaşayan Osmanlı elitleri de Avrupa’dan çözüm paketi olarak Türklük, Araplık, Arnavutluk,Kürtlük, Farslık ekseninde oluşturulan ulusal tarih kurgularını ve ulusçuluk akımını kurtuluş hedefi olarak zaaf içindeki Müslüman tebanın içine taşıdılar.

İttihad Terakki elitlerinin, Mustafa Kemal ve kadrosunun Osmanlı bakiyesi Müslüman halklar arasına taşıdıkları ulusçuluk akımı, “Türklük” adıyla yapılandırılmaya çalışıldı. Önce Oğuz kavminin etnik yapısını temel alan bu yeni Türk ulusunu icat teorisi, tüm Müslüman halkları laik ve Batıcı değerlere dayanarak Türkleştirmeye çalıştı. Mustafa Kemal’in “Ümmetten bir millet yarattık” sözü bu sürecin tayin edici sloganıydı. Onlara göre ümmet yapısı, eski-feodal döneme aitti ve İslami kimliği ifade ediyordu. Millet ise yeni üretilen Türk ulusunu ifade ediyordu. Kur’ani bir kavram olan “millet”, muhtevası saptırılarak ulus, yani “nation” yerine kullanılıyordu.

Müslüman halklar arasında “ümmet” kavramı üst kimliği veya İslami kimliği ifade ediyordu. “Millet” ise üst kimlik olarak ulus kimlik yerine kullanılmaya başlandı. “Türk milleti” yeni, seküler ve yukarıdan aşağıya dayatılan sanal bir toplumsal kimlikti. Tebaya Türk ulus kimliğinin dayatılmasıyla, İslami kimlik tasfiye edilmeye çalışılıyor ya da alt kimliğe indirgenmeye çalışılıyordu. Yeni Türk ulusunun tarih, vatan, sınır, devlet, bayrak gibi beşeri planda üretilen kutsalları ise, vahyi temelli kutsallar yerine ikame edilmesi düşünülüyordu. Bu seküler ve yeni Türkçülük akımı ile başta Oğuzlar/Türkmenler olmak üzere Kürt, Arap, Boşnak, Arnavut, Çingene, Çerkez, Gürcü vd. tüm Müslüman halklar da Türkleştirilmeye çalışılıyordu.

Yeni kurgulanan ve oluşturulan seküler temelli Türk ulus yapısı, aynı zamanda laik bir sistem yapısı oluşturdu. Laik ulus devlet, İslami kimliği tasfiye etmeye, edemediği oranda alt kimliğe indirgemeye çalıştı. I. ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra işgalci Batı, topraklarımızdan geri çekilirken, Türkiye denilen bölgede olduğu gibi tüm İslam coğrafyasında da başımıza sınırlarını ve yapılarını onayladığı ulus sistemler bıraktı. Onaylanan ulusal sistemlerin bazısı cumhuriyet, bazısı monarşi idi.

Tarih içinde toplumsal ve düşünsel yapıları hastalıklı hale gelen Müslümanlar, anlayışta, eğitimde ve yönetimde hem iç hem dış yabancılaşmayı ve çözülmeyi yaşamaya başladılar.

Ulusal Sistemleri Aşmak

Peygamberimiz Rasululah (a)’dan rivayet edilen güçlü bir tespit vardır: “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” Enfal Süresi’nde ise “nimet”i kaybeden toplumların hallerinin değişeceği bildirilmektedir. Rad Süresi’nde ise bir toplumun olumlu veya olumsuz olarak kendini değiştirmesinin, iç inkılabı ile doğru orantılı olduğu hatırlatılmaktadır.

Biz Müslümanlar için yabancılaşma, yani ifsad hali, Kur’an ümmetinden ulus toplumlara, İslami yönetimlerden de saltanat ve sonra da ulus devlet yönetimlerine dönüşmemizle yaşanmıştır. Allah’ın kullarına zulmedici olmadığını, ne kazandı isek bunun kendi amelimizle ilgili olduğunu her Kur’an talebesi bilir.

Bugün şeyhlik, krallık veya cumhuriyet biçimleriyle de olsa, Batı’nın oluşum sürecinde ortaya çıkmış, bizim toplumsal yapımıza ithal edilmiş veya dayatılmış seküler temelli ulus toplumlarda ve ulusal sistemlerde yaşıyoruz. Seyyid Kutup’un modern cahiliye dediği de bu gerçekliktir. Bu hal açıkça görünülür bir durumdur. Bir de nimeti kaybetmemizden, yani itikatta, düşünsel ve sosyal yaşantımızda Kur’ani ölçülerden uzaklaşmamız ve Kur’an ümmeti olmaya yabancılaşmamızdan kaynaklanan iç cahiliyemiz söz konusudur. Bir tarafta iç hastalığımız sürerken, diğer taraftan bizi kendine benzetmeye ve sömürmeye çalışan dış cahiliye ile kuşatılmış bulunuyoruz. Ulusal sistem ise dış cahili kuşatmanın en önemli unsurudur.

Kapitalizmin doğası insanın ve tabiatın sömürüsüyle biçimlenir.  Ulusal sistemde önemsenen kutsal, vahyin gösterdiği değildir; ihtiyaca binaen insanın ürettiği metafizik vehimlerdir. Kapitalizmde değişik felsefik söylemlerle idealize edilen “birey” olmak hedefi de, aslında sahte bir özgürlük çağrısı içinde kişiyi kapitalist üretim süreçlerinin biçimlendirip çaresiz bıraktığı bir aldatmacadır.

Batı’da sınırsız özgürlük eğilimi içinde gündeme getirilen bireycilik, aslında bireyin dengesini bozmakta ve onu doğasından yabancılaştırmaktadır. Ben-merkezci (ego-santrist) telakki, insanın egoizmini kabarttıkça, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye soran Firavun figürünü yeniden güncelleştirmektedir. Çıkarcı, hazcı ve elitist eğilimleri güçlendiren bireycilik, insanı doğasındaki güzelliklerden uzaklaştırmakta ve dengesini bozmaktadır.

Ulusçuluk/milliyetçilik de olduğu gibi vahiy karşıtı veya varlığını İslami aidiyetlerin önüne geçiren tüm bağlılıklar ve bağlar, Kur’an ile insanlar arasındaki en önemli engellerdir. Türk ulusal aidiyetin İslami kimliğin önüne geçirilmesi; ayrıca kutsalın ne olacağını Rabbimizin değil de vatan, bayrak, devlet, tarih gibi vahiy dışı ölçülerle belirlenip icat edilmesi, insanlığımız ve İslam adına aşılması gereken en önemli zincirlerdir.

Bizi, fıtratımızdan ve vahiyden uzaklaştıran her türlü yabancılaşmadan hem fikri hem fiziki planda vazgeçmemiz gerekmektedir. Ancak yabancılaşma dediğimiz cahili tutum ve yapılar, çözülmüş olan İslam ümmetini de, yeniden asıllara dönmek isteyen İslami oluşum ve hareketleri de kuşatmış bulunmaktadır. Mevcut cahili yapılardan kopmak ve onların değerlerinden ayrışmak için içe de dışa da dönük sorumluluklarımız bulunmaktadır.

Dış sorumluluğumuz bize dayatılan cahili şartları gücümüz oranında direnmemizi; bu bağlamda kapitalist tüketim felsefesinden ve diğer karanlıklardan olduğu kadar ulusal kutsalların ve telakkilerin kimliğimize bulaştırdığı kirlerden de uzaklaşmamız gerekmektedir.

Ulusalcılığın ürettiği beşeri kutsallardan uzaklaşılmadığı oranda, diğer ulusçularla yaşanacak cahili çelişkilerden kurtulunamaz. Ve Müslüman olmanın bireye yüklediği yeniden İslam ümmetini inşa etme merhalesinin ödevleri üstlenilemez. Örneğin hislerini Türk ulusalcılığının asabiyesi ile karartan bir Müslüman, Kürt sorununa adaletle yaklaşma basiretini sergileyemez.

Bu doğrultuda Kürtçülük asabiyesini İslam’la telif edenlere kızan bir Müslüman, ilk olarak kendi İslami kimliğini Türk veya diğer ulusal asabiyelerden koruması ya da arındırması gerekir. Ancak bu konuda ihtiyaç duyulan basiretli ve adil yaklaşım itikadda, düşüncede, siyasette veya kültürde Kur’ani ölçülerle buluşmamıza ve fıtratımızın üzerine kapatılan kirli örtülerden kurtulmamıza bağlıdır. Ulusal sistemi aşmanın ilk şartı, dünkü geleneksel kirlerden bugünkü modernist hurafelerden arınacak vahiy merkezli bir şahsiyet inkılabını kuşanabilmektir.

1.    Önce kuşatması altında bulunduğumuz ulusal sistemi aşmak için, İslami değerlere şahitlik edecek, öncü ve yeterli bir tebliğ ve mücadele ekibi olunabilinmelidir.

2.    İslam’a savaş açan veya İslam’ı ikinci kimliğe indirgeyen ulusal iktidarlara tavır alınmalıdır. Ulusçuluğun gerek seküler temeli gerek işbirlikçi özelliği teba konumuna düşürülen Müslümanlara uygun bir dil ve üslupla gösterilmelidir.

3.    Müslümanları ulusal ve diğer dünyevi değerlerden, tevhid ve adalet iklimine hicret etmeyi önceleyen kuşatıcı bir davet dili ve pratiği oluşturulmalıdır.

Ulusal sistemi aşmak için öncelikle yerel ve küresel cahili güçler tarafından kuşatıldığımızı, bu sistemin içinde ne gibi uygun araçları ve ilişkileri kullanabileceğimizi; ayrıca ötekileri de tutumlarına göre ehven olanlar ve olmayanlar diye ayrıştırmamız gerekmektedir.

Ulusal sistem içinde dağılmış ümmet yapımıza baktığımızda yeniden inşa için merhale ve tekamül süreçlerine dikkat etmeliyiz. Romantik, hayalci ve maceracı açılımlardan uzaklaşmalıyız.  Toplumsal dönüşüm ve hidayet için sünnetullahı iyi kavramalı, içinde bulunduğumuz safhanın gereklerine göre bir mücadele ve tebliğ tanıklığı kuşanmalıyız.

Kuşatıldığımız ulusal sistem içinde hak ve özgürlükler mücadelesini  öne çıkartmalı, kendimize kendimizi oluşturacak yeni alanlar kazanmalıyız. İHL’ler, başörtülü okuma hakkı, tebliğ özerkliği gibi elde edilen kazanımları korumanın, ulusal sisteme sığınma olmadığı, “Ümmeten bir millet yarattık” sloganıyla gasp edilen haklarımızı geri alma mücadelesi olduğu bilinciyle davranmalıyız.

Kitleleri gereğince vahiyle uyaracak örnek bir tebliğ modeli olmadan, Kur’an toplumu olma konusunda kitleleşme sürecine adım atılamaz. Kitleleşme aşamasına bile adım atılmadan ulusal sistemi tümden değiştirmek ve iktidarı devralmak doğrultusunda bir mücadeleyi öncelemek gibi çocukluk hastalıklarından veya romantik kurgulardan arınıp, mücadelenin mücadele içinde safha safha kazanılacağı bilincini örneklendirmeliyiz.

Rad Süresi’nde ifade edildiği gibi, bir toplumun kimliksel dönüşümü ise ancak hak edildiği zaman Rabbimizin ihtiyarına kalan bir konudur.

Ulusal sistemleri aşmak konusunda en büyük engellerden birisi de, ulusal sistemlerden ziyade Müslümanların eklektik hale gelen kimlikleridir.

Türkiye’de de diğer yörelerde de çözülmüş ümmet yapısının ürünleri olan Müslümanlar pagan temeller üzerine inşa edilen ulusçuluklar karşısında, Kur’an toplumunu yeniden inşa edecek süreçleri başlatacak fikri bir dirilik taşımıyorlardı.  Vahiy temelli köklü bir değişim yerine, dayatılan ulus kimliklere dindar motifler ve dindar efsaneler eklenerek rahatlamaya çalışılmıştır. Dindar ulusçuluk diyeceğimiz bu tutum, seküler amaçlı ulusçuları rahatsız etse de, dindar ulusçuları seküler ulusçularla ulusun/”milletin” ortak paydaları konusunda aynılaştırmaktadır. Sadece dindar ulusçular vatan, bayrak, devlet gibi ortak paydalara dini anlamlar yüklemektedir. Oysa cahiliyyenin üzerine hangi elbiseyi giydirirseniz giydirin, cahillik örtülmez.

Ulusal değer, kavram ve alışkanlıklardan uzaklaşmanın tek yolu, yaratılış kanunlarını kavramaktır. Bu konu kavrandıkça Kur’an vahyi hayatı yeniden biçimlendirmenin yolunu gösterecektir.

 

Not: Bu makale ayrıca Vuslat dergisinin Nisan 2011 sayısında yayınlanmıştır.