Ulus kimlik ve devlet modern çağın ürettiği ölümcül bir hastalık olarak ulaştığı bütün toplum ve coğrafyaları sebep olduğu kan ve gözyaşlarıyla acıya boğup kirletiyor. Bu ulus kimlik ve devletin Türk, Arap, Fars veya Kürt etnik unsurlar üzerine bina ediliyor oluşu karşılaştığımız çirkinlikleri hiç değiştirmiyor. Tersine her biri diğerinin kötü bir kopyası olarak tekerrür ediyor.
İnsan fıtratına uygun, ahlaki ve hukuki değerlerle mücehhez, iman ve vicdan esasları üzerine kurulu bir ulus kimlik, toplum veya devlet, yapısal olarak mümkün değildir. Tarihi tecrübe ve felsefi temeli kadar siyasi-ideolojik hedefi de esasen evrensel bir adalet ve kardeşlik duygusuna yönelik esaslı bir öfke ve düşmanlığı işaretlemektedir. Ulus kimlik ve devlet adındaki kara ütopya işte bu sebeple Âlemlerin Rabbi Allah-u Teâlâ tarafından kardeş kılınan insanları akla ve fıtrata aykırı mantık, ahlak ve davranış kalıplarıyla donatıp fanatik/dogmatik bir militana dönüştürüyor müntesiplerini.
Ulusal Çıkarın Siyasi Fahişeleri
İran-Irak savaşı sırasında bölgenin çok hızlı değişen müttefik-düşman dengesine dair Celal Talabani hakkında kendisine sorulan bir soruya dönemin İran Cumhurbaşkanı Rafsancani “O, siyasi bir fahişedir” cevabını vermişti. Hiç şüphesiz hakaret dozu yüksek bu niteleme salt siyasal bir analiz olmaktan fazlasını ihtiva ediyordu. İlaveten adına “ulusal menfaat” denilen ve ahlaka karşı çıkarı, hukuka karşı zorbalığı, kardeşliğe karşı tahakkümü yücelten siyaset tarzı yani oportünizmin maalesef hızlı bir yükseliş trendinde olduğunu işaretliyordu.
Batı sömürgeciliği tarafından cetvelle çizilen sınırlar, başımıza musallat edilen işbirlikçi siyasi iktidarlar ve bir deli gömleği gibi üzerimize giydirilen resmi ideolojilerle çok ciddi bir hesaplaşmanın eşiğindeyiz. Ancak bu hesaplaşmayı ve hakkaniyete dayalı özgün bir toplumsal modeli inşa etmeyi geciktiren veya zorlaştıran bazı devşirme aktör ve söylemlerin soyundukları zavallıca roller fazlasıyla can sıkmakta. Çünkü kimi mezhebi kimi etnik kimi de ideolojik saiklerle İslam coğrafyasında oportünizme yani argodaki karşılığıyla siyasi fahişeliğe soyunan aktör ve kurumların oranında ciddi bir artış gözleniyor.
“Direnişin Altın Halkası” ilan ettiği Suriye vampiri Esed-Baas cuntasıyla Devrim Muhafızları ve Hizbullah militanlarını Şebbihalarla aynı safta Müslüman halka karşı savaşmak üzere seferber eden İran, İslam inkılabı ilkelerini tümden inkâr ederek siyasi fahişelikte başrole soyunmuştur.
Başından beri İran, Rusya’ylale birlikte Esed rejimini ayakta tutmanın, Suriye’deki İslami muhalefeti çökertmenin hesabına odaklanmış durumda. Suriye’deki insani drama kayıtsız kalmayan Türkiye’yi PKK-PYD üzerinden tehdit eden, Kemalist, sol-sosyalist ve Alevi statükocu güçlerle ittifak ederek terbiye etmeye yönelen İran, siyasal açıdan iffet ve adaleti değil zulüm ve fahişeliği temsil etmektedir. Neden mi? Katliam ve tecavüzü şiar edinmiş Baas cuntasına muhalefet eden bütün İslami çevre ve söylemleri kirletmek için İran devleti ve değişik bölgelerden devşirdiği nüfuz casuslarının olağanüstü performansı bu sorunun cevabını fazlasıyla veriyor aslında.
Kelimenin tam anlamıyla iyiden iyiye bir Fars ulus devletine dönüşen İran Şiilik/Şiileştirme maskesiyle her türlü çirkin ilişki ve haramı meşrulaştırmaktadır. Fıkıhtan yoksunlaştırarak Batıniliğe boğduğu Şii/Caferi mezhebini Fars ulusal kimliğiyle mezcederek Suriye’de Arap Nasyonal Sosyalistleriyle (Baas) Türkiye’de ise hem Şeytan Ayetlerini yayınlayan Sol-Kemalistlerle hem de Kürt Ulusal hareketiyle (PKK) İslam’ın ve Müslümanların maslahatına karşı savaşa girişmiştir.
Ulusal menfaatlerini kıble edinenlerin, ulus kimliği temsil eden liderleri rehber edinenlerin siyasi manada fuhuşu/fahişeliği “diplomatik zafer” olarak pazarlayıp gurur duymasından daha doğal bir şey olamaz.
Molotof Yakar Ama Ümmeti Rehin Alamaz!
Maruz kaldığı cinayet ve tecavüzlere rağmen Suriye’de Baas vahşetine karşı direnen Müslüman toplumu itibarsızlaştırmak üzere geniş bir ittifak devreye girdi. Suriye’deki İslami direnişi sabote etmek üzere kimi Şiiliği kimi Kürtlüğü kimi de laik-Alevi kimliği Baas-Esed cephesi namına sahaya sürdü.
Gerek Esed rejiminin gerekse hamisi Rusya ve İran’ın istihbarat örgütleri bağlantılı oldukları tüm unsurlar söz konusu unsurları yetenek ve kalibrelerine göre istihdam etti. Kimi gri kimi kara propaganda için, kimi aydın-âlim sıfatıyla kimi cemaat önderi veya gazeteci-analist etiketiyle görevler üstlendiğinde öncelikli amaç Esed-Baas muhalifi İslamcı unsurların ne kadar tehlikeli ve şaibeli olduğunu kamuoyuna ihsas etmekti.
Bu tehlike ve şaibe üreten aktörlerin ille de Haydar Baş veya Selahattin Özgündüz gibi Zekeriya Beyaz veya Levent Kırca tadında pornografik şapşallığı temsil etmesi gerekmiyordu elbette. Atasoy Müftüoğlu gibi karizmatik ve ağır abilerin, Ali Bulaç gibi laboratuvar tutkunu sosyologların, Fehim Taştekin ve Ceyda Karan gibi gazeteci kılığına girmiş Şebbiha ruhlu psikolojik harp uzmanlarının da yer aldığı ve İslami muhalefetin aleyhinde çalışan azımsanamayacak bir tehlike ve şaibe üreten ittifak vardı karşımızda.
Kürt sorunun çözüm sürecine girmesi karşısında panikleyen ve Gezi Parkı vesilesiyle Kürt ulusal gururunu okşayıp şiddeti donanmasını tavsiye ederek sokağa indirmeye çalışan yine liberal ve sol-sosyalist cepheydi. Suya düşen hayalleri hayata geçirmek üzere bu kez de “Rojova katliamı” söylemine sarıldılar.
Her gün Esed-Baas çetesinin yeni bir fazileti keşfediliyorken İslami muhalefetin de ne kadar kötü ve çirkin olduğunu ispatlayan deliller sergileniyordu. Ancak bunun için yalan, iftira, çarpıtma, gizleme gibi her türlü psikolojik harp faaliyetinin seferber edilmesi gerekiyordu. Bu seferberlik faaliyetlerinden sonuncusu “İslamcı çeteler tarafından gerçekleştirilen Rojova Katliamı” yalanı olarak projelendirildi. Fakat hesaplanamayan bir şeyler oldu ve düşmanlık üretmek üzere kurgulanan bu çirkin proje çok hızlı bir şekilde bu tertip sahiplerinin elinde patladı.
Klasik bir psikolojik harp tekniği olarak Türk ulusalcıları tarafından uzun yıllar boyunca kullanılan “hayali katliam” propagandası etrafında bu kez Kürt ulusal birlik ve bütünlüğü sağlanması hedeflenmişti. Ancak enteresandır İran’ın teşvik ve desteğiyle Esed-Baas rejiminin bekasına gölge düşürmeyecek bir ‘özerklik’ numarası şeklinde seyreden psikolojik savaş stratejisi İslami direniş örgütlerini şeytanlaştırma taktiğiyle hedefe erişmeye çalışıyordu.
Gerek PKK-PYD gibi Esed/Baas rejimiyle ittifak ilişkisi eskiye dayalı örgütler ve medyadaki uzantıları gerekse İran istihbaratının kontrolü altındaki medya organları ve çevreler tam da bu süreçte Türkiye’deki iki taraflı milliyetçilik hassasiyetini Rojova bağlamında kışkırtmaya odaklandılar. Anlaşılan PKK-PYD hem bölgedeki diğer unsurlar üzerinde tahakkümünü tahkim etmek hem de Esed-İran bloğuna yaslanarak Türkiye’ye karşı şantaj yapmayı önceliyordu.
Lakin hem Esed rejimi ve İran açısından hem de Türkiye’de Rojova güzellemeleriyle halay başında mendil sallayıp türkü okuyan liberal ve sol-sosyalist aktörlerin hesabı nitelik ve nicelik olarak daha farklı işliyordu. Ama en temel ve güçlü ortak paydaları Müslüman toplumların iradelerini ipotek altında tutmak, siyasi ve iktisadi alanda İslami modeli el birliğiyle çökertmek ve İslam kardeşliğinin/ümmetin boş ve zararlı bir hayal olduğunu ispat etmek.
İşte Rojova dâhil Arap, Kürt, Türkmen ayrımı yapmaksızın Suriye’nin bütün bölgelerine insani yardım ulaştıran Türkiye’deki cemaat ve cemiyetlere karşı başlatılan çirkin saldırıların sebebi bu çapsız ve ahlaksız tuzağı deşifre etmeleridir. Yani şimdiye kadar Türk ulusalcılarının tehdit ve saldırılarına muhatap olan Türkiyeli Müslümanların bu dönemlerde Kürt ulusalcısı ve İran tandanslı tuzak ve iftiralara daha yoğun bir biçimde muhatap olmasının birincil sebebi Suriye’deki gelişmelerdir.
Görünen köye ille de bir klavuz isteyenler için söyleyelim: Genel olarak Özgür-Der’e ama özellikle Özgür-Der’in Van Şubesine PKK’liler tarafından yapılan son molotoflu, silahlı saldırının arkasında Esed-Baas çetesi ve hamisi İran’ın olduğunu görmemek için kör olmak lazım.
Suriye’deki Müslüman kardeşlerimize yönelik yardımlarımızı hedef alan PKK-PYD merkezli saldırılarla İran ve uzantılarının iftira, karalama ve tehditlerinin hem zamanlama hem de nitelik itibariyle olağanüstü paralellikler göstermesi tesadüf olmasa gerek. Esed/Baas rejimin bekası adına Suriye’deki Müslüman halkı katletmek üzere özel askeri birlikler sevk eden İran’ın bu amaç doğrultusunda dezenformasyon ve itibarsızlaştırmaya cevaz vermekten de öte vacip ve farz hükmünde bakması anormal sayılmamalı.
İran “ulusal menfaatini” hiç tartışmasız Esed/Baas rejiminin bekasına endekslemiş. Bu bekanın temini için Türk-Kürt veya Kürt-Arap çatışmasını temin edecek kışkırtmaları zaruret olarak görüyor. İlaveten İran’ın merkezinde olduğu “Sünni-Şii (Alevi ve Nusayriler de dahil buraya) savaşı çıkmasın” söylemi mevcut katliam ve yıkımları meşrulaştıran basit bir aldatmacadan ibarettir.
Şöyle bir düşünelim: Rojova’da camilerden “Kürt kadın ve kızlara tecavüz etmek helaldir” çağrılarının yapıldığını ısrarla söyleyenler izzet ve şereften ne kadar nasiplenmiş olabilir ki? İslami muhalefetin “Kürtleri sadece Kürt olduğu için öldürün” fetvası yayınladığı yalanını propaganda edenlerin iffet ve takva sahibi olma ihtimali sıfırın bile altında değil midir?
Özetle Esed’in, İran ve Hizbullah’ın siyasi ve stratejik tahakkümlerini gölgeleyen bütün girişimleri savmak üzere savaşı bütün bölgeye yayma tehditlerini parça parça hayata geçiriliyor. Birileri için büyük ve büyülü bir rüyaya dönüştürülmek istenen Rojova onlar için basit ve geçici bir taktik hamleden ibarettir.