Sınırlardan pasaportsuz geçer ırmaklar. Kuşlar hava sahası tanımadan uçarlar. Balıklar kıta sağanlığı dinlemezler değil mi? Biz sınır kapılarında kalakalırız. Çünkü biz ve hemcinslerimiz kuşlar gibi özgür, su gibi aziz değiliz. Sınırlar, sınırlar bizi. 'Biz'in kendisi de bir sınır değil mi? Oysa toprağın, havanın ve suyun insanlığın ortak malı olduğunu, en büyük kamu mallarının bunlar olduğunu iyi biliyoruz. İstiyoruz ki kimse ama hiç kimse ne adına olursa olsun bunlar üzerinde hükümranlık kurmasın, kendisi için bunları parsellemesin. Ulus devlet adına, kabileler adına, din adına, vatan adına, imparatorluk adına, iktidar adına bunlar gasp edilmesin. Dünya halkları her türlü inanca sahip insanlar olarak bu arz üzerinde, bu gök kubbe altında bir hukuk, adalet ve özgürlük ikliminde yaşasınlar. İnançlarımız, değerlerimiz ve akidemizden başka sınırlarımız olmasın. Tevhide, adalete ve özgürlüğe olan bağlılığımız bizi yeryüzünü imar etmeye, ıslah etmeye çağırsın.
16 Temmuz Gençlik Hareketi'nin düzenlediği 'Suriye İçin Sınırlara Dayanıyoruz' organizasyonu kapsamında ülkenin birçok ilinden gençler, kadınlar, ihtiyarlar Gaziantep ve Kilis'te buluşuyoruz. Kilis Öncüpınar sınır kapısında Suriyeli kardeşlerimize destek vereceğiz, bir ümmet olduğumuzu dünyaya haykıracağız ve 'Kaldırın Bu Sınırları' diye haykıracağız. Aynen öyle oldu. Antep'te buluştuk. Bir basın açıklaması yapıldı; Türk ve Suriye bayrakları sallayarak. Kilis'e geçtik sınır kapısını zorlayacağız. Kilis'te karşımıza çıkan çeteler, ellerinde Esad posterleri bizi protesto ediyor. Esad posterlerini taşıyanlar aynı zamanda büyük bir Türk bayrağı da açmış durumdalar. 'Vatan bölünmez' diye slogan atıyorlar. Biz programımıza devam ediyoruz. Sınırlar kalksın diyen 'biz'lerin ellerinde Türk ve Suriye bayrakları var. Ümmet ümmet diye bağırıyoruz, ulus devlet sınırları anlamsızdır diyoruz ve iki ulus devletin simgesini aşk ve heyecanla sallıyoruz. Ellerimizde bayraklar derken içerisinde bulunduğumuz kalabalığın ellerindeydi bayraklar. Ben ve benim gibi düşünenlerin elleri boştu ve koynumuza dolayıp öylece kalakalmıştık. Bunlar ayrıntılar. Esas sorunumuz bu değil, bu manzaranın müsebbibi olan zihin yapımız.
Savaş meydanlarında elbette kaside okunmaz. Şairane lakırdılar büyük yangınları söndürmek için kifayetsizdir. İnsanlık tarihi zalimlerle mazlumların mücadele tarihidir. İnişli çıkışlı bir hikaye olan tarih, dinler tarihi açısından da Adem'in iki oğlu arasında başlayan bir mücadelenin süreğidir. Bu tarih içerisinde ezilenler kendi kaderlerine hükmetmek için ayaklandılar, direndiler, ezildiler, sürüldüler ama asla vazgeçmediler. Fakat ne zaman ki karşıtlarıyla aralarındaki ideolojik, akidevi, hukuki, siyasi, kültürel ve tarihi ayrım noktalarını unuttular, işte tam o noktada karşıtlarının tuzağına düştüler. Kendi şiarlarından uzaklaşanların varacağı menzil elbetteki başkalarının şiarlarının bilinçsizce yüceltileceği karşı devrim kampları olacaktır. Nihai sonuç budur.
Kimin bayrağını taşıyoruz, savaş meydanlarında hangi şiarları yüceltiyoruz. Kalbi Ali'nin yanında olduğu halde Muaviye'nin bayrağını aşkla taşıyanları biz unutmadık. Bilincimizi istila etmiş putları nasıl kırabiliriz? Oysa İbrahim bize putları nasıl kıracağımızı öğretmişti. Bilinç nedir? Bilgi nedir? Bilgelik nedir? Bilgiden bilgelik çıkarmak için bir bilinç gerekmiyor mu? Kutsal ezberlerimiz, öğrenilmiş çaresizliklerimiz, bir insan olduğumuzun ve de sorumlu bir insan olduğumuzun üzerini örtmüyor mu? Kalbi Hanzala'nın yanında ama elinde Baas bayrağı sallayan kardeşim acaba ne yaptığının farkında mı? Hama'nın katilleri de aynı bayrağı sallıyor, devlet törenlerinde önünde ta'zimle eğiliyor, Hama'nın katillerini lanetleyenler de aynı bayrağı sallıyor. Ümmetin sınırlarına inanıyoruz fakat ulus devletlerin sınırları anlamsızdır, bu sınırlar kalksın diyenler de Türk bayrağı sallıyor, bu sesi boğmaya çalışanlar da büyük büyük Türk bayrakları açarak 'vatan bölünmez' diye bağırıyorlar. Bu nasıl bir benzeşme, bu nasıl bir karşıtlıktır.
Araf suresinin 181. ayetinde Allah "Yine bizim yarattığımız insanlardan öyle bir ümmet var ki, onlar hakka yol gösterirler ve o hak ile adaleti yerine getirirler" demektedir. Biz gerçekten hakka yol gösterebilir miyiz? Hakka yol göstermek ne demektir? Hak, yol bilmez mi ki yol gösterilmeye ihtiyaç duysun? Demek ki 'hak' olanın da yola, yani usule, yani fıkha, yani bilince ihtiyacı var. Ümmet öyle bir birliktelik olacak ki, kendi içerisinde tutarlı bir bütünlük oluşturacaktır. Bunun öncülü ise kendi dünyasında bir bütünlük oluşturmuş fertlerin inşa edilmesi. Bizim yegane kalkış noktamız insan ise biz öncelikle ümmeti değil insanı inşa edeceğiz. Zihinsel, ameli ve manevi olarak. Ne olduğunu, ne olmadığını, neye yönelmesi gerektiğini, neden kaçınması gerektiğini, nerede durması ve nerede durmaması gerektiğini, kiminle yürüyeceğini ve kiminle yürüyemeyeceğini, hangi dili kullanacağını ve hangi dili kullanamayacağını bilen bir ferdi inşa etmemiz gerekiyor. Ki bu insanlardan müteşekkil bir ümmet ancak hakka yol gösterebilsin, ışık saçan bir kandil olabilsin ve o hak ile adaleti yerine getirebilsin.
Hakkı temsil ettiğini düşünenlerin önündeki en önemli sorun apaçık batıla sapmak değildir. Hak zannedilerek batıldan sufle çalmaktır. Hak zannedilerek batılla aynileşmektir. Burada temel sorun arı duru bir bilince sahip olamamak ve hakka yol gösterecek bir usule erişememiş olmaktır. Bizim milliyetçilikten, devletçilikten, bayrakçılıktan, ülkecilikten arınmamış zihinlerimiz ancak bir gürültüye neden olabilir. Kur'ani bir arınma geçirmemiş zihnimiz bizi bazen devletçileştirir, bazen milliyetçileştirir, bazen muhafazakarlaştırır ama her halükarda hak zannedilerek batıla saptırabilir.
Biz müslümanlar olarak kavramsal çerçevemizi, eylemsel duruşumuzu verili olan üzerine kuramayız. Gerçeklik üzerinden hareket etmemiz doğal olabilir ancak, ilkesel duruşumuz bizim eylemlerimizi anlamlı kılacak olan yegâne dayanağımızdır. Şimdi bu hali pür melalimize bakarak ancak şunu diyebiliyorum: "Her ümmetten bir şahit getireceğimiz gün, artık kâfirlere ne izin verilecek, ne de onlardan özür dilemeleri istenecektir." [16/84] diyen, ey alemlerin Rabbi olan Allahım! Bizim ümmetimizin şahidi kimdir? Bu ümmetin içerisinde gerçekten bizim adımıza şahitlik edecek olanlar nerede? "Ve işte böyle, sizi orta yolda yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun." [2/143] diyen Alim ve Habir olan Allahım! Biz kimin şahidiyiz? Bize şahit olacak peygamber nerede?
Ulus bayrakları sallayarak ümmete yol göstereceğini, Allah'ın şiarlarını yücelteceğini düşünenler varsa onlar için daha fazla söz söylemek zaittir. Zalimleri simgeleyen her türlü işareti ve beşareti reddetmemiz gerekiyor. Bizler ümmete olan inancımızı ve bağlılığımızı, İttihad-ı İslam'a olan özlemimizi ne Baas bayrakları sallayarak ne Türk bayrakları sallayarak şahitliğe dönüştüremeyiz. Tevhid akidesine bağlı, mülkün asıl sahibinin yalnızca Allah olduğunu bilen Müslümanlar olarak, toprağın, sınırların, tespit edilmiş vatanların, ırkın, modern aidiyet tariflerinin bizim ontolojik ve epistemolojik sorunlarımız için kalkış noktası olamayacağını asla unutmamalıyız.
Evet bizim 'sınırları kaldırın' feryadımız anlamlı bir haykırıştır. Ancak bu haykırışımızı bulandıracak, ne söylediğimizi bize unutturacak bir bilinçsizliği de sergileme hakkına sahip değiliz. Ortak ideallerimizin ne olduğunu, bu ideallerin ne anlam ifade ettiğini, hangi anlam dünyaları ile nasıl ayrıştığını da sorgulamalıyız. Aramızda ortak bir söze gelmeliyiz. Ortak sözümüzün sübutu da delaleti de kati olmalıdır. En'am suresinin 38. ayetinde "Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar" denilmektedir. Hayvanların ve kuşların oluşturduğu ümmetle, biz sorumlu, bilgi sahibi, irade sahibi insanoğlunun oluşturduğu ümmet arasında en bariz fark bizim akıl ve irade melekelerine sahip olmamızdır. Aklımız bize bir bilinci, bir yöntemi, sağlam bir duruşu getirmiyorsa o halde aklımızı sorgulamamız gerekir. Bilgimiz var ama bilincimiz yok! Ümmet bilinci demek sürü içerisine dahil olmak demek değildir. Ümmetin bedeninde, o bedenle bütünleşmiş, birbiriyle uyum içerisinde çalışan bir aza olmak demektir.
'Kahrolsun şeriat' diye bağıranlar da aynı bayrağı sallıyor, gericiler İran'a diyenler de. İnsanları asit kuyularına dolduranlar da aynı bayrağı kutsuyor, camilerin minarelerine de aynı bayrak asılıyor. Faiz kurumlarının kapısında da aynı bayrak var, Diyanet İşleri'nin de. Ulus devleti reddedenlerin elinde de aynı bayrak, ümmetin sınırlarına inanıyoruz, yapay sınırları reddediyoruz diyenlerin ellerinde de aynı bayrak. Bu kimin bayrağıdır? Bu bayrak neyi temsil ediyor? Birbirine bu kadar zıt öbekler nasıl aynı bayrağı sallıyor? Bununla kim ne demek istiyor? Bu iş kime ne sağlıyor? Kimler bununla nasıl bir sığınma psikolojisi içerisinde? Bu sorular yoksa yersiz sorular mıdır?
'İslamcı' da aynı psikolojide, milliyetçi de, muhafazakar da, Kemalist de, laik de, seküler de. Ve hatta Baasçı Esad'ın posterlerini yüzümüze fırlatanlar da aynı bayrağı sallıyor. O halde burada bir bayrak şizofrenisi var. Bayrak üzerinden bir kişilik yarılması, bilinç parçalanması yaşıyoruz da farkında değiliz.
Hakkın şahitliği ancak Hakça olabilir. Ümmetin sınırlarına inananlar evvela ümmetin sağlam bir ferdi olmakla mükelleftir. Ulus sınırlarına inanmayanlar önce zihni sınırlarını yıkmalıdırlar. Özgürlük kuş uçurtmakla giderilecek bir özlem değildir. Bilinçlerini özgürleştirenler özgürleşebilirler ve özgürlük için fedakarlık yapabilirler. Devrim yapmak isteyenler önce kendilerinde bir devrim yapmalıdırlar. Kendi ile savaşmak düşmanla savaşmaktan zor olabilir. Kendisi ile savaşmamış olanlar düşman karşısında yenik düşerler. Ufkumuz bakışlarımızın eriştiği son nokta olmalıdır. Ayak uçlarımıza bakarak ne cephe kazanabiliriz ne de düşmanın farkında olabiliriz.
Doktor Şeriati'nin dediği gibi; "Çünkü biz, inanç ve yargılarımızın alışılmış kalıplara ve düşünce üretim makinelerine bağlı kalmaması için kendimize dikkat etmeliyiz. Çünkü gelişmekte olan bir nesil, kendiliğinden onun üzerine gelen su, hava, yağmur ve ışınlarla gelişir. Zihne ve düşünceye egemen olan modanın etkisinde kalmamayı başarabilenler, kendilerini bu ışınların altından kurtaran ve fikri, manevi özgürlüğe sığınarak kalıplara dökülmekten kendilerini uzak tutan kimselerdir. İşte böylece konuşabilirler. Konuşmak, oldukça önemli bir konudur. Çünkü sahte şekliyle herkes konuşmaktadır. Gerçek anlamdaysa, dünyada konuşan sadece bir kısım insanlar bulunmakta, geriye kalanlarsa sadece ağızlarını hareket ettirmektedirler. Sadece konuşan, bir ana verici istasyondur; geriye kalanlar radyo ya da televizyona aynı sözü aktaran milyonlarca aktarıcıdır. Çoğunluk, eski ya da yeni vericilerin aktarıcı istasyonlarıdır. Bir aktarıcı gibi şekillendirilmiş bir bireyin, kendisini teknik açıdan bir ana vericiye dönüştürmesi çok güç bir iştir. Bu, basit bir iş değildir. Belirttiğim bu konuyu göz önünde bulundurup onu değerlendirmek, insanın, sonuna dek hiç unutmaması gereken ilk adımdır. Bu, "benim şu anda gördüğüm, üzerinde düşündüğüm, yargıda bulunduğum, hayır, evet demem, bana empoze edilen ve benim de aktardığım bir şey midir, yoksa ben bu 'hayır', 'evet'in, 'böyle' ve 'böyle değilsin'in yaratıcısı mıyım?" şeklinde düşünmemdir. Bu, insanın ömrünün sonuna dek uzak kalmaması gereken bir düşüncedir. Bir an gafil kalırsa onu başkaları yaratır. Bugün, insan üretim ve insan döküm atölyeleri, sanayi malı üreten atölyelerden daha güçlü duruma gelmiştir."
Her eylemimizi bilincimizi yenileyeceğimiz bir fırsat bilmeliyiz. Yoksa her eylem yeniden nasıl diriltir bizi? Yeşil sarıklı ulu hocaların bize öğretmediği budur. Bir Pink Floyd parçası kadar bile öğretmedikleri!
So, so you think you can tell Heaven from Hell, blue skies from pain
Cehennemden cenneti, acılar içinden mavi gökyüzünü ayırt edebileceğini mi düşünüyorsun?
Can you tell a green field from a cold steel rail?
Soğuk çelik raylardan yeşil çayırları ayırt edebilir misin?
A smile from a veil?
Bir maskeden gülümsemeyi
Do you think you can tell?
ayırt edebileceğini düşünüyor musun ?
And did they get you to trade your heroes for ghosts?
Ve sana kahramanlarınla hayaletleri takas ettirdiler mi?
Hot ashes for trees?
Ağaçlarla sıcak külleri
Hot air for a cool breeze?
Sıcak hava ile soğuk bir esintiyi
Cold comfort for change?
Bozuk para olarak soğuk konfor verdiler mi
And did you exchange a walk on part in the war for a lead role in a cage
Ve kafesteki başrol için savaştaki sıradan rolü değiştin mi?
How I wish, how I wish you were here.
Burda olmanı ne çok isterdim
We're just two lost souls swimming in a fish bowl, year after year,
Biz sadece balık kabında yüzen iki kayıp ruhuz, yıllar boyunca
Running over the same old ground
Hep aynı yüzeyde koşan
What have you found? The same old fears.
Ne buldun? Aynı eski korkuları mı?
Wish you were here
Keşke burda olsaydın
Bu şarkıyı kimin için söylüyorum? Belki kayıp bir İslamcı için. Ümmet dediğimiz yitiğimiz için. Terkedilmiş bilincimiz için. Özlediğimiz İttihad-ı İslam için. Hicret ettiğimiz Kitap için. Kafesteki başrole savaştaki sıradan rolünü değişmeyen bir yiğit için.
Islah Haber