Uludere: Fay Hattı Derinden Kırılmadan

KENAN ALPAY

 

Uludere’de F-16’lardan fırlatılan bombaların öldürdüğü 34 insandan biri de 13 yaşındaki Erkan Encü idi. Hani “Kaçağa gidip bilgisayarın taksidini öderim ana!” diyen Erkan. Annesi Felek Encü ile Tuğba Tekerek’in yaptığı röportajı okurken bölgede yaşanan acının ne kadar derinlerde, ne kadar köklü ve geleceğe dair ne kadar ümitsizlikle dolu olduğunu idrak etmemek mümkün değil.

Felek Encü’nün babası sınır ticareti yaparken mayın kurbanı olmuş, babasını hiç görememiş. 14 yaşında evlendiği kocası da mayınlı arazide gözlerini kaybetmiş. Şimdi de oğlu Erkan’ın parçalanmış cenazesiyle yıkılmış. Acılı annenin oğlundan geriye bilgisayarı ve bir defa hatim ettiği Kur’anı kalmış.

Melek Encü, akrabaları öldürülmüş diğer insanlar gibi tamamen yıkılmamış ama en derinden sarsılmış, acıyla kavrulmuş. Bu sarsıntı ve acısını öfkeyle harmanlamış. Neden ve kime öfke duyuyor Melek Encü? Şu cümleyi okursak bu acılı annenin meramını daha iyi anlarız: “Biz 100 milyar verseydik, Başbakan kendi oğlunu verir miydi? Parasını da istemiyoruz, suçluları bulsun yeter!”

Evladını, babasını, kardeşini kaybeden Ortasu ve Gülyazı’nın kederli insanları, tabii olarak sorumluların bir an evvel cezalandırılmasını bekliyor. Hükümet bu konuda geciktikçe Uludere katliamı Kürt sorununda aleyhine kullanılacak güçlü bir sembole dönüşecek. 34 insanın bir devlet operasyonunda öldürülmesi üzerine sorumlular hakkında ne yapıldı? Şırnak Valiliği’nin teklifi üzerine Gülyazı Sınırı Alay Komutanı Albay Güney açığa alındı. Peki, bu olumlu bir adım olmakla beraber yeterli ve tatmin edici bir gelişme mi? Kesinlikle hayır. Neden mi? 34 insanın öldürülmesine karar veren askeri ve istihbari mekanizma henüz açığa çıkmadı da onun için yetersiz bir adım.

Unutulmaması ve kesinlikle hafife alınmaması gereken en önemli husus ise; Başbakan ve Hükümet, ağırdan alan hatta açıktan açığa Genelkurmay ve TSK personelini takdir eden söylemler dolayısıyla mevcut gerginliğe katkı sağlamaktadırlar. Başbakan ve Hükümet cinayetin aydınlatılması yolunda geciktikçe, BDP’nin öfkeyi artırmak ve sistematik hale getirip kalıcı kılmak adına propaganda ettiği söylem şudur: “Devlet tarafından Kürt oldukları için öldürüldüler. Acı Kürdün acısıdır. Taziye Kürdün taziyesidir. Kürtleri öldürenler onların acılarını anlayamazlar. Kürtler sadece kimliğiyle, coğrafyasıyla değil aynı zamanda cenazesiyle, acısıyla, sevinciyle de ayrıdırlar. Sadece askerin değil, Hükümetin de eline Kürdün kanı bulaşmıştır.”

Başbakan her ne kadar BDP’nin düşmanlık ve çatışmayı tırmandıran bu söylemine karşı tezler dile getiriyorsa da meselenin halliyle alakalı ciddi açmazlar yaşandığı aşikâr. Sorun sadece BDP siyasetinin ürettiği veya tırmandırdığı bir sorun değildir. Kürt sorununda Hükümet şimdiye kadar çok ciddi riskler üstlendi, önemli mesafeler katetti. Fakat nasıl bir arka planı varsa bu sürecin, Hükümet hem tutuk hem de asker-statüko yanlısı bir görüntü vermekte ısrar ederek kendisiyle de çelişiyor.

Uludere’de katliamdan aşağı kalmayan bir vahşet tablosu ortaya çıkıyor ve Hüseyin Çelik ilk anda “operasyon hatası” olarak koyuyor durumun adını. Sonrasında üzüntü, taziye, tazminat süreci işliyor. Tazminat ödemenin de bir nevi resmi özür anlamına geleceği vurgulanıyor. İyi ama Devlet veya Hükümet 34 insanın öldürülmesi dolayısıyla neden resmen özür dilemiyor?

Kamuoyunda oluş(turul)an bu şüpheleri izale edip gidermek de pekiştirip gerçeğe dönüştürmek de doğrudan doğruya Hükümete bağlıdır. Özür dilemeyerek hem siyaseten hem de ahlaken kaybedenin en önce ve en fazla Hükümet olduğunu görememek için kör olmak gerekiyor. Başbakan ısrarla “Kastı mahsusa yoktur, olmaz!” diyor. Kamuoyunun kahiri ekserisi de bu kanaati paylaşıyor. Ancak resmi özrün gecikme sebebi nedir?

Hükümet resmen özür dilemeyince ve tahkikat bir türlü sonuçlanmayınca ister istemez bir dizi şüphe akıllara geliyor: Devletin klasik kibirli duruşu ve halka hesap vermeye yanaşmayan geleneği. Hükümetin halka rağmen statükoyu tercih etmesi. Hükümetin askere yakın durarak kendini teminat altına almak istemesi. PKK veya BDP dolayısıyla Kürt halkının cezalandırılması...

Kürt sorununda Uludere sendromu diye esaslı bir kırılma noktası yaşanırsa eğer, bu durum BDP’nin ulusalcı ajitasyon ve propaganda yeteneğinden değil, Hükümetin kendisi ve tabanıyla çelişen tutukluğu ve basiretsizliği sayesinde yaşanacaktır. Kendi ayağına kurşun sıkmak, kendi açılım politikalarını tıkamak denilen durum da bu olsa gerek.

Gerilimin had safhaya vardığı bir vasatta Başbakan’ın İlker Başbuğ için “Tutuksuz yargılanması tercihimizdir” gibi bir görüş beyan etmesine ne demeli?

Başbuğ’un Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’dan, kimi Ergenekoncu kimi Balyozcu Çetin Doğan, Şener Eruygur, Bilgin Balanlı gibi Kemalist darbecilerden ne farkı var?

Peki, Uludere’de katledilen insanların mazlumiyeti ile Dersim’de katledilenlerin mazlumiyeti arasında fark var mı? Kaldı ki Başbakan Erdoğan hiçbir dahili olmadığı halde Dersim kıyımı için özür dilemişti. Ancak özür işi Uludere’ye gelince ne enteresandır ki bir psikolojik-siyasi eşiğe saplanıp kaldılar.

Kimin için ne talep edileceği kadar neler talep edilemeyeceği de adaletin hassas terazisinde tartılmalıdır. Terazi şaşarsa diğerlerinden farkınız kalmaz.