20. yüzyılın ortalarında tamamlanan sanayi devriminden, yani tam 1950'lerden sonra başlayan "yeni göç dalgası"nın diğerlerine benzemediğini söylemiştik.
Bu tarihe kadar kırsal kesimlerden ve köylerden kentlere veya küçük yerleşim birimlerinden (kasaba-küçük şehir) büyük kentlere doğru göç olurken, üçüncü dalgayla birlikte büyük kentlerin kenarından, varoşlarından aynı kentin merkezine doğru bir hareket başladığını görüyoruz.
Karşımıza çıkan "geleneksel şehir"in bildik sorunları değil, "modern kent"in devasa boyutlarda ve hormonal olarak sürekli büyüme içinde olan metropol formudur. "Ulus, toplum ve kültür" geleneksel şehrin kalbinde ve geleneksel sosyal yapılarının neredeyse tümünü dağıtarak şekillenmişti, postmodern metropolün kalbinde baş gösteren sorunlar ise nitel olarak başkalaşmıştır. Dolayısıyla yeni sorunları kurucu ideolojiler, ulus ve toplum yaratan önderler, çağdaş uygarlık kültürü, 19. yüzyılın naif zihni tarafından yapılandırılmış pozitivizm ve varlık alemini basit bir dünya görüşüne indirgeyen otoriter laiklik/dünyevilik çerçevesinde değil anlamak, algılamak mümkün değildir.
Söz konusu olan bu yeni demografik hareketlilikle beraber, kırsal kesimlerde yaşayıp da şu ya da bu çekici veya itici faktörün etkisinde büyük yerleşim merkezlerine doğru hareket edip yer değiştirenler, zaman içinde sadece kentlerin mekânsal merkezlerini değil, idari/bürokratik merkezi de muhasara altına almaya başlarlar. Mekânsal merkezlerin sadece sembolik anlamları var. Tarihte bedevi hareketin, yöneldiği merkezin ta kalbine varıncaya kadar durduğu görülmemiştir. Kuzeyli barbar kavimler Roma'yı yıktı, Moğollar Bağdat'ı yerle bir etti. Bedevileri sükunetle şehirleştirme başarısını gösteren sadece İslam medeniyeti olmuştur. Göçebelerin genel yönelişi yerleşikliğe, küçük yerleşiklerin (köy ve kasaba) yönelimi şehirlere doğrudur. Kentin varoşlarına gelip yerleşenlerin yönelimi de zengin ve refah içinde yaşayan merkezî semtlerdir. Diyarbakır veya Artvin'den şehre gelen önce Gaziosmanpaşa veya Zeytinburnu'na kapağı atar. Ama burada durmaz. GOP'tan Fatih'e, oradan Etiler'e, Zeytinburnu'ndan da Bakırköy ve oradan Florya'ya geçmek ister. Yeni güzergâhın fiili "göçmek" değil, "geçmek"tir.
Şehirler daima cazibe merkezi olmuşlardır, bunun salt ekonomik sebepler, başka bir ifadeyle temel ihtiyaçların daha rahat karşılanmasıyla ilgisi yok; refah ve güvenlik, özgürlük ve kültürel etkinliklerin cazibesi gibi başka faktörlerle de ilgisi var. Ancak genelde şehrin, ama özellikle ve yapısal olarak modern kentin doğasında eşitsizlik olduğundan, göçebe veya köylüyü bekleyen iki zorluktan biri, önce kendini şehre atabilip bir mekân üzerinde yerleşik hale gelebilmek, diğeri merkezin eşitsizliğine karşı mücadele etmek. Göçebe ve köylü (bedevi) için "Hakça düzen (Ecevit)" ve "Adil düzen (Erbakan)" talebi, bu iki zorluğun aşılması için en yüksek perdeden hak arayışıdır. Merkez sağ veya merkez sol ideolojiler onun için hiçbir şey ifade etmez, çünkü bu iki siyaset "idari merkez"in imtiyaz ve avantajlarını tahkim etmektedirler. Bu siyasetleri yürütenlerin "toplumsal merkez"le kurdukları bağ, idari merkezin truva atı içine girip kendini gizlemesidir. Kritik dönemde tahta atın kapıları açılır ve gizlenenler balık istifi gibi orta yere dökülür. (Aktüel örnek: DP geleneğinden gelen Demirel ve Cindoruk'un, ANAP geleneğinden gelen Mesut Yılmaz'ın hakikatte CHP zihniyetini, yani idari merkezi temsil ettikleri, AK Parti'nin kapatılması olayında orta yere döküldükleri gibi.)
Bütün bir ülke tarafından ortaklaşa üretilen mal ve hizmetlerin para cinsinden ifadesi olan milli hasıla, idari ve bürokratik statüler, kültür üretim tekniklerinden yararlanma fırsatları (şehirli olma ve meslekî formasyon kazanma mahareti), sağlık, seyahat, spor, ticaret, eğlence ve benzeri yerleşiklerin (haderilerin) sahip olduğu bütün avantajlar ve nimetler, yeni yerleşimciler tarafından paylaşılmak istenmektedir.
Zaman gazetesi