Babam, marjinal bir adamdı sanırım. İktidarlara aday büyük kitle partileri yerine 1948'de kurulan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne oy verirdi.
Nihal Atsız hayranlığı olan bir evde büyüdüm. Göktürkler, Oğuzlar, Peçenekler/Türk'ün yüce tarihine bin bir zafer ekler diyen, İstanbul'un fethini Birgün gemiler dağlara tırmandı denizden/Kudret ve zafer bizlere miras dedemizden mısrasıyla anlatan adam. Babam, Üçokların Kınık boyundan Oğuz soyundan olduğumuzu, Siriderya Amuderya nehirlerinin arasından Tanrı Dağları'nın eteklerinden buralara geldiğimizi söylerdi. Bunun sadece yüzde yüz Türk olanların cihana hakim olacağı düşüncesinin açtığı yolda ilerlerken zihinlerde oluşmuş bir geçmiş mi yoksa gerçeğin ta kendisi mi olduğunu bilemiyorum. Herkes gibi bizim de yüzyıllar önce büyük bir göçle geldiğimiz doğrudur elbette ama "Yollarda hiç mi karşılaşmadık, karışmadık başka milletlere?" dediğimizde babam "Hayır" derdi "Biz katıksız Türk'üz." Öte yandan övündüğümüz padişahların hiçbiri bu manada Türk değildi. Dilek ve temennilerimiz, zamanla kendimize o yönde bir geçmiş icat etmemizi de sağlayabilir. Bellek öyle olmayabilir ama ben öyle hatırlıyorum demek ister. Bu da insanlığımızın bir parçası. Hakikat ve muhayyile arasında gidip gelerek yaratırız hem geçmişi hem geleceği.
Yahya Kemal'in Akıncı şiiri, hangimizi heyecanlandırmaz ki? Batı karşısında bir hiç olduğumuzun söylendiği, yaşamın tarihin içinden süzülüp gelen değerlerimizin yeni bir millet yaratmak isteyenler tarafından aşağılandığı bir zamanda söylenmişti. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik/Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle/Bir yaz günü geçtik Tunadan kafilelerle diyerek yenilmediğimizi anlatan mısralar. Hatta; Bu şehri İstanbul ki bi mislü bahadır/Bir taşına bin Acem mülkü fedadır gibi üstünlük duyguları.
KENDİNİ TÜRK HİSSEDEN HERKES TÜRK MÜDÜR?
Geceleri Atsız'ın Ruh Adam romanındaki Aydolu Nurkan ve Güntülü'yü düşünürdüm. Bu arada babama büyük heyecan veren olayı hatırlıyorum çok küçük olmama rağmen. 1969'da büyük Adana kurultayı toplanmış, CKMP'nin adı MHP olarak değiştirilmiş ve kongrenin ardından önemli kararlar alınmıştı. Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığını, sadece yüzde yüz Türk olanların cihana hakim olacağını düşünen bir fikriyatın içinde yetişmiştik. Evimizde ciddi bir İslamî hava olduğunu hatırlamıyorum. Bütün aile adına sadece annem namaz kılardı. Üniversiteye başladığımda ilk yılım sol görüşlü bir grubun içinde geçti. Çok okuyan ağabeyim bütün külliyatı eve getirdiğinden Marksist birikime eğilmeye çalışıyordum ama emek ve sermaye çatışmasının mülkiyet tartışmasının üzerinden işlese de gruptaki enternasyonalist yabancı hava var oluşuma tam da denk gelmiyordu. Türklüğümün ve yaşamasam da Müslümanlığımın bir karşılığı yoktu arkadaşlarımın arasında. Toplumsal haklardan söz edilmesine rağmen toplumla kesişmeyen, toplumun değerlerini dikkate almayan adını anmayan bir yan vardı yaklaşımlarında.
Adana kurultayından bir süre sonra Ülkü Ocakları Derneği kurulmuştu. Temel ilke öğrencilerin Allah'a, Türklüğe, vatana bağlı, Türk'ün tarihini, dinini, dilini, kültürünü, soyunu, millî mukaddesatını bilen ve seven, milletine karşı görevini eksiksiz yapan örnek insanlar haline gelmelerini sağlamaktı. Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlâk ve fazileti şiarımız deniliyordu ama hareket, Kur'an'ı başında taşıdığı halde içini açıp okuma gereği görmeyen bir hareket gibi geliyordu bana. Zaten o zamanların genel teamülü buydu. Kur'an sevilir sayılır ama sadece uzmanların açıp içeriğine bakabileceği, avamdan insanların açıp okumasının tehlikeli olacağı bir kitap olarak telakki edilirdi. Zaten o dönem Zeki Velidi Togan, Galip Erdem, Remzi Oğuz Arık gibi yazarlar okunurdu. Dünya yazarlarını da okuyan, geniş bir ilgi alanı olan gençler de az değildi elbette. Kur'an'a yaklaşma, ısınma da başlamıştı. Başucu kitabı ise tartışmasız Prof. Osman Turan'ın Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi idi. Oğuz Kağan'dan başlayıp Cumhuriyet'e kadar Türklerin kurduğu bütün devletlerin ilkeleri, temel felsefeleri, bu başarıların altında yatan sebepler ilmî yoldan ama aynı zamanda duygu seli içinde anlatılıyordu.
Türklüğü temellendirmek o kadar da kolay olmadı. Yetmiş iki milletin harmanlandığı bir Osmanlı kimliğinden ulus devletin ulusunu yaratmak, bunu yaparken de o inanılmaz daralmanın yaratacağı travmaları en aza indirmeye çalışmak. Türkçülüğün esaslarını yazan Ziya Gökalp'in Diyarbakırlı bir Kürt olduğunu çoğu kimse bilmezdi. Kürtler, aynı soydan geldiklerini bilmeyen Türklerdi. Aramızda böyle düşünen birçok Kürt arkadaşımız da vardı.
Kürtlerin tamamına bunu kabul ettirmek için çeşitli politikalar uygulandığının, zulüm yapıldığının aslında hâlâ Türk ulusu için sağlam bir zemin arandığının farkında değildik. En sağlam zemin nasıl kurulur? Bir milleti millet yapan şey dil, kültür, vatan, tarih, ırk ve din birliği olabilirdi. Bunların hepsinde birden ortaklaşmak mümkün görünmüyordu. Gagavuz, Çuvaş, Yakut Türkleri Müslüman değildi. Kırım Türkleriyle aynı bayrak altında değildik mesela. Özbeklerin çok farklı bir tarihi konumlanışı vardı. Bu durumda üst çatı, dil birliği idi. Irktan söz edince Arnavutlar, Çerkezler, Boşnaklar ve başka insanlar dışarıda kalacağından en iyi çözüm mensubiyet duygusuydu. "Kendini Türk hisseden herkes Türk'tür" söylemi çok rahatlatıcı oldu.
Aslında gözden kaçan şey şuydu ki; herkesin Türk olmasıyla iş bitmiyordu. Türkler de eşit olmadıydı. Her Türk bir değildi. Mesela başta Âşık Veysel, nice Anadolu'dan kopup gelen Türkler aşağılanarak Ankara'ya sokulmadı. Ayrıcalıklı statüler üretildi ve toplumsal hiyerarşi aynı vahşiliğiyle bugünlere kadar geldi. Vatandaş, hakim olma, sahip olma hakkıyla donatılmış elitler için kullanılan bir kavramdı. Osmanlı'dan tevarüs edilen tebaa olgusu aslında çok da yavaş değişmektedir demokrasiye rağmen.
Peki Türk hissetmeyenler ne olacak? İşte bütün mesele buydu. Türkler yeniden Türkleştirilir, Türklük şuuru verilirken, Kürtlere de "ne kadar Türkleşme o kadar eşitlik" seçeneği sunuldu. Çoğunluk ve güç Türklerde olduğundan millet Türk ulus kimliği üzerinden kurulacaktı ve bunun hızlanması için Kürtçe yasaklandı.
Aslında sadece Kürtler değil, başka diller de asimilasyona uğradı. Ankara'da Siirtli bir komşumuz vardı ve babaanneleri Arapça konuşurdu. Evin genç kızları sistem tarafından aşağılanan, modernlikle bağdaşmadığı söylenen bu yerel(!) dil yüzünden utanır, "biz Türk'üz, Arapça bilmiyoruz" diye övünürler, öğrenmemek için direnirlerdi. Saçma sapan dar ve küçük politikalar ve söylemler herkesi kendinden, farklılıklarından utanır hale getirmişti. Bazı çevrelerde Arapça öğrenme isteği hâlâ kuşku ve nefretle karşılanır. Daralarak azalarak bugünlere geldik.
Şunu görmemiz lazım ki; biz Türklük gurur ve şuuru içinde kendimizi avuturken yanı başımızda Kürt kardeşlerimiz anne dillerinin yasaklanması, zorunlu iskân, göç, olağanüstü hal gibi envai çeşit aşağılanma içinde var oluşlarını muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Yine de "bizim sorunumuz Türklerle değil, farklılıkları bastırmaya çalışan sistemle" dediler. Aslında Batılılaşma sevdası içinde emperyal hedefler karşısında Türk kimliği ve kültürü de, özellikle İslamî özü, aşağılanmış, baskı altına alınmış ve bu millet topyekun özgüven yıkımına uğratılmak istenmiştir.
Birbirimizi sevmenin, saymanın, olduğumuz gibi kabullenmenin, Türklerin ve Kürtlerin ortak özgürlük mücadelesini vermenin zamanı. Sınıfsal uçurumlar, eşitsizlikler, yasaklar, baskılar, ekonomik sıkıntılar, ahlâkî çöküş, işgalci emeller, şiddete dayalı hegemonya kapımıza dayanmış can alıcı meselelerimiz. Kınık boyundan gelen, genç yaşta kaybettiğim babam hayatta olsaydı esas meseleyi, temel hedeflerimizin ne olması gerektiğini çoktan fark etmiş olurdu. Yufka yüreği, artık bir tek canın bile bu kısır tartışma, insanlık dışı asimilasyon uğruna kurşunlanmasına dayanamazdı.
ZAMAN