Üç yüzüğün hikâyesi

SİNAN ÖN

Başlığımız 18. asırda oldukça meşhur olan bir hikâyeden mülhem.  Aynı hikâye Alman şair Lessing’e ait “Bilge Nathan” isimli “Dinsel hoşgörü” üzerine yazılmış dramaya da kaynaklık etmiş. Ama buradaki dinsel hoşgörüden kasıt; dine ve dindarlara hoşgörü değil, din dışı ya da hâkim dinin dışında farklı bir anlayışa sahip olanlara dönük bir hoşgörü.

Hikâye bu ya; Müslüman bir hükümdar zengin bir Yahudiyi sarayına çağırır ve onu sıkıştırmak için şu soruyu sorar: “Senin hâkim bir insan olduğunu işitiyorum. Öyle ise söyle bana, ortada üç din var sana göre hangisi hâk dindir?” Yahudi şu cevabı verir: “Zengin bir adamın hazinesinde eşi benzeri olmayan, kıymetine paha biçilemeyen bir yüzük varmış. Adam bu yüzüğü ebedi bir aile yadigârı olarak satılamaz ibaresiyle oğluna bırakmış. Yüzüğe sahip olan kimse bütün servete de sahip olacakmış. Birkaç kuşak sonra yüzüğü miras alan varisin üç oğlu olmuş. Oğulları arasında seçim yapamadığı için gizlice, aslına tıpa tıp benzeyen iki yüzük daha yaptırmış ve üç oğluna da ayrı ayrı vermiş. Kimse çıkıp hakiki yüzüğü tayin edemediği ya da etme ihtiyacı duymadığı için herkes kendini asıl mirasçı sanarmış. İşte tanrının üç kavmine verdiği üç dinde bunun gibidir. Herkes kendi dininin hâk olduğuna inanır. Ancak iş hikâyede anlatılan yüzüklerdeki gibidir.” 

Bu hikâye tüm dinlerin gerçekliğine karşı şüphe oluşturmaya dönük olarak anlatılsa da, kanaatimizce Yahudi oldukça kurnaz bir manevra yapmıştır. Üç yüzükten hangisinin gerçek olduğu, yüzüğe sahip olanlar tarafından bilinmese ya da bilinmek istemese bile bir tanesi gerçektir. Ve biliriz ki, zengin adamda ilk önce var olan asıl yüzük gerçek, sonradan yapılan ikisi imitasyondur. Burada asıl kurnazlık ise, bu üç din içinde Yahudiliğin ilk din olması ve Yahudi’nin dolaylı da olsa “gerçek dinin” cevabını vermesidir. 

Şüphe oldukça insani bir duygudur. İçinde inanma arzusunu barındırıyorsa, samimiyetle çıkılan yolda hâkikatin bulunmasına vesile olacaktır. Buna mukabil şüphenin merkezinde inkâr olgusu varsa, insanı yiyip tüketen bir girdaba dönüşecektir.

Bilim, eşyanın tabiatını anlamaya ve nesnel tespitlerde bulunmaya yarar. Dünyayı anlamlandırmanın önemli araçlarından biridir. Sanırım en büyük amacı insanların şüphelerini gidermek olsa gerek. Oysa bilimin de bazen içinden çıkamadığı durumlarda metafizik yorumlara başvurduğuna şahit oluruz. Buna en güzel örnekleri, özellikle hayvanlar âlemini anlatan belgesellerde görmek mümkün. Hayvanların davranışlarını anlatırken anlatıcılar, sanki hayvanın içsel sesini tercüme ediyorlarmış gibi davranırlar. Örneğin karıncalar sürekli olarak birbirlerinin izlerini takip eder. Hatta bazen baştaki karınca, kendi ekseni etrafında dönmeye başlayınca arkasından gelen karıncalarda bu iz üzerinde daire çizerek dönmeye başlar ve kilitlenirler. Bu dönüş yorgunluktan ölünceye kadar devam eder. Buna “karınca değirmeni” deniliyor.

Modern Avrupa tarihi de, özellikle din konusunda kendi fasit dairesinde dönüp duran, takipçilerinin karınca misali ayak izlerini takip ederken yorulup intihar ettiği bir değirmeni andırıyor. Tüm değerleri öğüttükçe öğütüyorlar.

Bugün birçokları tarafından “Hür düşünce imparatoru, modern kafalı insan” olarak anılan Kutsal Roma Cermen İmparatoru Friedrich, 13. asırda: “Dünyanın üç ‘sahtekâr’ tarafından iğfal edildiğini” iddia ettiğinde; Allah’ın varlığına, vahyine ve elçilerine karşı şüpheci tavrın ilk örneği değildi. Sanırım bu tavır kıyamete kadar da son bulmayacak. Bununla birlikte inkâra dönüşen şüpheci tavrın tek bir rengi de yok.

Örneğin sadece deizm denen olgunun dahi birkaç farklı tanımını yapabilmek mümkün. Kimileri deizmi “Tanrı var ancak tanrı herhangi bir din göndermedi” diyerek dinsizlik olarak tanımlarken; tanrıyı kabul edip, vahyi ve peygamberleri inkâr ederler. Diğerleri “Tanrı vardır ama evreni kendi haline bırakmış, ilgilenmemekte hatta evrende olanları bilmemektedir” derler. “Aristocu deizm” olarak adlandırılan bu anlayış ile ilki arasındaki fark, ilki tanrının evrenle ilgilenmediğini düşünmez. Başka bir deizm tanımına göre ise “Tanrı var, din de gönderdi ama tanrı evrene müdahale etmez. Evrene müdahale etmek için doğa yasalarını kullanır” demektedir. Buna “teistik deizm” diyorlar. Bu anlayışa göre “Allah evreni yaratmış, doğa yasaları üzerinden yönetmektedir.

Bu üç anlayışta da tanrı inancı vardır ancak tanrıya dair ortak bir kanaat yoktur. Bununla birlikte üçünde de olmayan şey vahiy ve elçi olgusudur. İslam’ın mümini için iman esaslarından olan, kitaplar ile peygamberlerin önemini hatırlatmaya gerek yok sanırım. Ancak İslam’ın değil de, insanların din anlayışları üzerinden İslam’ı tanımlayıp şüphelerine cevap bulamayanlar, çareyi deizme kucak açmakta buluyorlar. Sanırım pireye kızıp yorgan yakmak bu olsa gerek.    

2003 yapımı “Büyük Balık” filminde Edward Bloom sürekli hayal dünyasında yaşayan, anlattığı hikâyelerle ince mesajlar vermeye çalışan bir karakterdir. Sahnelerden birinde Fransız gelinine Afrika’dan bahseder: “Kongo’daki papağanlar yalnızca Fransızca konuşur. Onlara İngilizce öğretmek olanaksızdır. Ormanda dolaşan insanlar onların çok güzel Fransızca konuştuklarını duyarlar. Bu papağanlar politika, sinema, moda her konuda konuşurlar. Din hariç her konuda. Çünkü din hakkında konuşmak kabalıktır. Kimi incittiğin belli olmaz.

Burada doğal olarak “Kongo’daki papağanların neden sadece Fransızca konuştuğuna” takılabilir ya da “Din konuşmanın neden incitici bir eylem olduğuna” odaklanabiliriz. Sanırım modern Batı iki konuda da oldukça incitici bir geçmişe sahip. Avrupa sömürgeciliğinin, emperyal dürtülerle dünyanın diğer halklarına nasıl tahakküm ettiğini, bugün Afrika’da konuşulan Avrupa dillerine bakarak anlayabiliriz. Afrika’nın farklı bir bölgesinde yaşayan papağanların da yalnızca İngilizce konuştuklarını söylemekte mümkündür.

Din üzerinden yaşanan içsel savaşların, engizisyon mekanizmasının katlettiği insanların ve misyonerler üzerinden dayatılan dinsel tahakkümün varlığı ise “Din konuşmanın inciticiliğine” sebep olsa gerek. Dolayısıyla “Din konuşmak incitir” diyenler, arka planda yaşananlardan elde ettikleri tecrübe ile konuşuyorlar. Ve doğal olarak bu insanların önemli bir kesimi  “Konuşulması dahi inciten” bu olgudan yani dinden kaçarak kurtulmaya çabalıyorlar. Başka bir ifadeyle dinleri ile değil, dinlerinden kurtularak özgürleşmeye çalışıyorlar.

Biz Müslümanlar karınca misali modern Batı’nın ayak izlerini takip etmekle değil, Allah’ın rızasını kazanmakla mükellefiz. Dolayısıyla bizim için din konuşmak incitmez, çünkü bu bir anlama çabasıdır. Son nefesle nihayete erecek bir anlama çabası. Belki hâkikata ulaşamayacağız, ama çabamız hâkikat olacak, kaçış değil. Bizlere yolunda yürüyebilme iradesi bahşeden Allah’ın izni ile…