‘Uç örnek’ler neyi gizler

Alper Görmüş

Anayasa değişiklikleri tartışmasının “hayır”cı kanadında yer alanlar zaman zaman yalnız demokratik bir siyasete değil, genel olarak siyasete karşı bir pozisyona savruluyorlar, “jüristokrasi” savunuculuğuna soyunuyorlar. Vikipedi’de jüristokrasinin güzel bir tanımı var: “Yargıçlar yönetimi olarak tanımlanmaktadır. Demokrasiye zıt bir kavramdır. Oligarşik bir yönetim biçimidir ve milli irade gözardı edilir. Jüristokrasi, fonksiyon gaspı ile de tanımlanmaktadır. Olgunlaşmamış demokrasilerde sıklıkla görülen jüristokrasi’de yargı kurumunun başındakilerin yorum kabiliyeti ön plana çıkar ve yargıçların yorumları ile şekillenen kanunlar ile ülke yönetilmeye çalışılır.”

Kamuoyunu, yargının her konuda son sözü söylemesinin makul ve doğru bir şey olduğu hususunda ikna etmeye çalışan bu kişilerin, parlamentonun nihai irade olmasının “sakıncaları”nı anlatırken sık sık “uç” örneklere başvurmaları sizin de dikkatinizi çekmiştir.

Bu kervana en son Cumhuriyet Halk Partisi’nin “yeni umudu”, hukuk profesörü Süheyl Batum katıldı ve “mediokr ulusalcılık” canibinde ikna gücü hayli yüksek olduğu anlaşılan “uç örnek”ler ülkesinden bir demet de o getirdi.

Süheyl Batum ve benzerlerinin, “uç” örneklerini genellikle “kadınlar” ve “hayat tarzı” üzerinden kurgulaması sanırım herkes için anlaşılabilir bir şeydir (çünkü iktidarda şeriatı getirmeyi kafasına koymuş bir parti vardır!)

Okumuşsunuzdur orada burada, şu tarzda örneklerden söz ediyorum: “Diyelim iktidar parlamentodan kadınların sokağa çıkmasını yasaklayan bir kanun geçirdi, yani şimdi parlamento iradesi en üst iradedir diye bunu meşru mu sayacağız?”

Bu türden çok sayıda örnek e-mail zincirleriyle ve “lütfen bu mail’i olabildiği kadar çok kişiye forward’layınız” uyarısıyla size de gelmiştir, o nedenle tek bir örnekle yetiniyorum.

Uç örnek görünce dur!

Siyasi-ideolojik tartışmalarda uç örneklerin genel kabul görmüş demokratik-insani prensipleri savunanların karşısına çıkartılması tesadüf değildir. Çünkü bu prensipleri doğrudan inkâr etmek ya da onlara karşı çıkmak zordur ve bu nedenle en güzeli uç örneklere başvurmaktır.

Mesela, gerçekte işkencenin zaman zaman başvurulabilecek bir araç olduğuna inanan, fakat bu fikrini açıklıkla ifade edemeyen biri için uç örneğe başvurmak, tartışmada kurtarıcı olabilir. Şöyle der mesela: “Tamam, ben de karşıyım işkenceye, fakat söyle bakalım: Büyük bir kentin içme suyuna zehir katacak ve böylece on binlerce insanın ölümüne yol açacak bir çetenin elemanı geçti polisin eline... Adam, çetenin öbür elemanlarının ne zaman ne yapacaklarını biliyor fakat ‘susma hakkı’nı kullanıyor... Evet, söyle şimdi, polis bu adamı işkenceyle konuşturmaya kalksa itiraz eder misin buna?”

Benim için işkencede uç örnek arayışına girmiş biri, ağzındaki baklayı çıkarmış biridir. O kişi o ağızla kuş tutsa, beni işkenceye gerçekten karşı olduğuna inandıramaz.

“Ya hükümet herkesi tutuklatacak bir kanun çıkarırsa?”

Demokratik bir ülkede parlamento iradesinin en üst irade olması gerektiğine dair fikirleri yukarıda tarif etmeye çalıştığım uç örneklerle “çürütmeye” çalışanlar da benim için aynı fasıldandır. Genel kabul görmüş demokratik-insani prensiplere kafadan karşı çıkanların fikirlerini kabul etmesem de onlara saygı duyarım, fakat bu prensipleri güya benimser görünüp uç örneklerle onları hükümsüzleştirmeye çalışan kaçak güreşçilere hiç saygım yok!

Yıldıray Oğur’un yazısından (16 haziran) öğrendim, 1982 Anayasası’nı yapan Kurucu Meclis’in üyelerinden, Cumhuriyet Halk Partisi’nin “yeni umudu” Tunceli milletvekili Kamer Genç 12 Eylül Anayasası tartışmaları sırasında, taslaktaki “Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden denetleyebilir” maddesini “uç örneğe başvurma” yöntemiyle önlemeye çalışmış:

“1982’de anayasanın görüşüldüğü darbecilerin Danışma Meclisi’nde de Tunceli vekili olarak bulunan ve darbecilerin Meclisi’nde de en az şimdiki Meclis kadar çok söz alan Kamer Genç 148. Madde’yi YARSAV Başkanı’nın hayallerindeki gibi değiştirmek için çok çalışmış. ‘Ya Cumhuriyet’in ilkelerine aykırı anayasa değişikliği olursa, ya bir hükümet çıkıp herkesi tutuklatacak bir kanun yaparsa kim koruyacak ülkeyi’ diye Anayasa Mahkemesi’ne esastan inceleme hakkı verilmesi için önerge üstüne önerge vermiş. Ama bu kadarı, darbecilerin anayasa hocası Orhan Aldıkaçtı’yı bile rahatsız etmiş. Bu önergelerin hepsi ‘halk en iyisini bilir, böyle bir durumda gerekeni yapar’ diyerek reddedilmiş.”

“Ya Anayasa Mahkemesi...”

Tabii, tartışmanın bu türden uç örneklerle sürdürülmesinin, iktidar mevkiinde bir “düşman”ın oturuyor olmasıyla doğrudan ilgisi var. İktidarda “düşman olmayan” birileri olsaydı, böyle örneklere başvurulmayacaktı. Orhan Aldıkaçtı’nın “halk en iyisini bilir” tavrının da iktidara hiçbir zaman bir “düşman”ın gelemeyeceği varsayımından neş’et ettiğini düşünebiliriz.

Bu zevatın uç örneklere sadece belirli durumlarda başvurduğu ve vuracağı, Anayasa Mahkemesi’nin her şeyi belirleyen “nihai” karar organı olması çabalarına hiçbir eleştiri getirmemelerinden de belli. Samimi olsalar, kullandıkları “uç örnek” silahını, yeni içtihatlarla alanını genişletip “nihai belirleyici” olma yolunda yalınkılıç ilerleyen Anayasa Mahkemesi’ne yöneltmeleri gerekmez miydi?

Hadi onların yerine ben sorayım: “Diyelim Anayasa Mahkemesi bir yolunu bulup, başlarını ‘anneannelerimiz gibi’ bağlamayan kadınların sokağa çıkmasını ‘laikliğe aykırı’ buldu. Yani şimdi Anayasa Mahkemesi öyle dedi diye, ‘hukukun üstünlüğü’ gereği bu kararı meşru mu sayacağız?”

Efendim? Anayasa Mahkemesi böyle saçma bir karar almaz mı diyorsunuz? O kadar emin olmayın: 367’den önce benzer bir varsayımsal soru çıksaydı karşınıza, yine böyle bir tepki vermeyecek, “olmaz öyle şey” demeyecek miydiniz? Sabih Kanadoğlu bu garabeti ilk öne sürdüğünde Oktay Ekşi bile gülmemiş miydi? Fakat oldu işte, başkaları da oldu.

Sadece “düşman” iktidarlara karşı...

Yani diyeceğim, hükümetin ve parlamentonun yetkilerini sorgulamak için “uç örnek terörü”ne başvurduğunuzda, Türkiye gibi bir ülkede Anayasa Mahkemesi de aynı teröre maruz kalır. Ama biliyoruz ki, “Anayasa Mahkemesi ya bunu da yaparsa” denilen şey fiilen yapıldığında dahi sözünü ettiğim kesimler herhangi bir itirazda bulunmadı ve belli ki bundan sonra da bulunmayacak.

İşte görüyoruz, Anayasa Mahkemesi yine olmayacak bir şeyin hazırlığını yapıyor ve onlardan hiçbir itiraz sesi yükselmiyor. Tek diyebildikleri, YARSAV Başkanı’nın diyebildiği: 2008’den önce olsaydı Anayasa Mahkemesi bunu yapamazdı, ama o tarihte yarattığı içtihat sayesinde (“türban” kararındaki “değişmez maddeler”e yapılan atfı hatırlatıyor) şimdi bunu yapabilir.

Yani, Anayasa Mahkemesi’nin olmayacak bir karara hazırlanması, eski bir olmayacak kararı aracılığıyla meşrulaştırılıyor. Eh, bu durumda ortaya “hukuka aykırı bir karara karşı hükümetin direnmesi ve kararı Resmî Gazete’de yayımlamayıp yok sayması” önerileri atıldığında da “kaos olur” deyip çıkıyorsunuz işin içinden.

Hemen belirteyim: Böyle bir ihtimal karşısında ben Ümit Kardaş’ın önerisini doğru buluyorum: “Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerinin tamamını veya bir kısmını iptal ederse yapılacak şey erken seçime yeni bir anayasa vaadiyle gitmek ve bütün partiler bakımından seçim propagandasını anayasal ilkeler temelinde yürütmektir. Yeni Meclis ilkeler üzerinden oluşacak bir toplumsal mutabakatla çoğulcu ve demokratik bir anayasa yapmalıdır.”

TARAF