Clinton, "Türkiye anahtar ülke olacak" demişti, Olli Rehn, 3 Mayıs'ta Oxford'da yaptığı konuşmada "Avrupa'nın bundan sonraki tarihi İstanbul'da yazılacaktır" diyor. Bu sözlerin bir tercümesi olmalı.
Türkiye, Soğuk Savaş dönemi boyunca rahat -biraz da ucuz- bir dış politika izledi. NATO'nun bir üyesi olarak Avrupa'nın güvenliğini koruyan "kanat ülke" rolü oynuyor, buna karşılık her sene Amerika'dan yardım alıyordu. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle, ortaya çıkan çok kutuplu ve hiç dengeli olmayan dünyayı yeni bir düzene sokmak üzere Amerika eski konsepti neredeyse tümüyle değiştirme gereğini duydu. Amerika, işe bölgemizden başladı ve Türkiye'den bir rol üstlenmesini istedi.
Ortadoğu'da bulunan üç büyük ülke üç ayrı modelin temsilcileri sayılır:
1) İran, Amerika ile doğrudan ve cepheden savaşarak hem iç bütünlüğünü korumaya çalışıyor hem bölgenin patronajlığına oynuyor. 1979 yılında İmam Humeyni İran'ın yeni dış politikasını şu üç cümleye dayandırmıştı: a) Amerika İslam'ın ve İslam dünyasının gerçek düşmanıdır; b) Bölgede var olmak istiyorsak Amerika ile doğrudan çatışmayı göze almalıyız; c) Amerika sanıldığının aksine büyük ve yenilemez bir güç değildir, içi koflaşmıştır. İran, üç aşağı beş yukarı 29 senedir bu çerçevede politika yürütüyor.
2) Mısır, Amerika ile teslimiyetçi bir ilişki içindedir. Genel olarak diğer Arap ülkelerinin de benzer bir ruh hali içinde olduklarını söylemek mümkün. 'Ruh hali' diyorum, çünkü 1948, 1956, 1967 ve 1973'te İsrail'le savaşan Arap ülkeleri, aslında karşılarında İsrail değil, Amerika ve neredeyse tüm Batı dünyası olduğunu yakinen gördüler, her defasında yenilgiye uğradılar. Bu yüzden Mısır ve Arapların mevcut küresel sisteme karşı tutumlarını büyük ölçüde psikolojik faktörlerin tayin ettiğini söylemek abartı olmaz.
3) Türkiye, ise "ABD ile beraber yol alarak" bir yandan varlığını korumaya, diğer yandan eğer imkân ve fırsat bulabilirse güç toplamaya çalışıyor. Büyük ölçüde Turgut Özal'la başlayan bu politikanın kolay olmadığını söylemek gerekir. Bölge politikalarında Amerika ile beraber yol almaya kalkışmak, fille yatağa girmeye benzer. Fil yanlış bir hareket yapacak veya sağdan sola dönecek olursa yatak arkadaşını un ufak edebilir.
İdeal politik olanın riskleri yanında imkân ve avantajlarını hesaba katanlar, söz konusu tutumun real politik açısından 'doğru' veya en azından 'işe yarar' olduğunu düşünenlerin sayısı hayli fazla. Dış politika Türkiye'de en büyük, en ince, en sofistike sanat hükmünde bir meslektir. Türkiye, ABD dışında, komşuları itibarıyla bir düşman denizinde yaşayan ada değildir, ama birbirinden neredeyse tümüyle kopuk beş ayrı beşeri-politik-kültürel havza ile (Arap, İran, Kafkaslar, Rusya, Balkanlar ve organik ilişkileri dolayısıyla AB-Batı Avrupa) çevrili olarak var olmak durumundadır. Son yıllarda buna Orta Asya cumhuriyetleri ve Afrika da eklenmiş bulunmaktadır. Herkes ayrıca Asya, Hint ve Çin'le de yakından ilgilenmek zorundadır.
Bu kombinezonda ABD özel bir öneme sahiptir. Sovyet tehdidinden sonra Amerika için tek öncelik, Ortadoğu'nun merkeze alındığı bölgesel yeni düzenlemenin başarısıdır. Bölgede enerji kaynakları, enerji nakil hatları, İsrail ve küresel kapitalizmin kendisini ötekileştirdiğini düşünen İslam'ın yükselen itirazı gibi temel sorunlar söz konusudur. Planlanan bölgesel düzenleme başarılmadan küresel yeni bir düzenin tesis edilmesi mümkün olmayacaktır.
Hemen söylemek gerekir ki, Amerika'da Cumhuriyetçilerin veya Demokratların iktidarda olması, ana düzenlemeyle ilgili sadece üslup, tarz ve taktiklerde bazı değişikliklere taalluk eder, temel strateji Amerikan devletinin tercihleri ve öngörüleriyle ilgilidir. Amerika ya bu düzenlemeyi başaracak veya derin bir sarsıntı ve krizin içine yuvarlanacaktır. Bu, Avrupa'nın-AB'nin geleceğiyle de ilgili hayati bir konudur. Ve Türkiye'nin oynayacağı rol bu düzenlemede belirleyici konumdadır. Bu düşünce ile Clinton Türkiye için "anahtar ülke", Rehn "Avrupa'nın tarihinin yazılacağı coğrafya" demektedir.
Zaman gazetesi