Anayasa değişikliği paketine yapılmakta olan itirazlar, Türkiye’deki siyasetin niçin tıkanmış olduğunun da açık bir göstergesi. Birbiri ile ilişkisiz gözüken, en azından öyle olduğu iddia edilen, ancak birbirini besleyen üç tür itiraz var.
Bunlardan biri doğrudan yargı mensupları tarafından seslendirilen ‘ideolojik’ itiraz... Bu cenahta yer alan yüksek yargı mensupları üç noktayı öne çıkarıyorlar: Yapılmak istenen değişim Anayasa’ya aykırıdır; yargı bağımsızlığını gerilettiği için kuvvetler ayrılığı ilkesini zedelemektedir; ve asıl amaç siyasi iktidarın isteğine uygun bir yargının yaratılmasıdır. Ne var ki yapılmak istenen değişikliklerin Anayasa’da çelişki veya tutarsızlığa neden olacağına dair herhangi bir muhakeme ileri sürülmemekte. Bu durumda ‘anayasa’ teriminden hayali, ideolojik bir niteliğin algılandığı ve aslında yapılacak değişikliğin kemalizme aykırı bulunduğunu anlıyoruz. Gerçekten de Türkiye demokrasiye ulaşmaya çalışıyor ve bu yol kemalizmin kaçınılmaz olarak yıpranmasını ifade ediyor. Diğer taraftan yargı bağımsızlığının gerilediği iddiasının içi de tamamen boş, çünkü hem HSYK’da hem de Anayasa Mahkemesi’nde üyelerin çoğunluğu yine eskisi gibi seçiliyorlar. Ayrıca HSYK’nın ayrı bir sekretaryasının olması, bu kurumu şimdiki duruma nazaran çok daha bağımsız kılacak. Kısacası ‘bağımsızlık’ etrafında yapılan itirazlar da temelde ideolojik... Tek istenen, yasamanın hiçbir biçimde yargıya üye seçmemesi. Çünkü bunun bir ideolojik ‘sapma’ yaratacağından, meşruiyetin temelinin kemalizmden demokratik bir anlayışa doğru kayacağından korkuluyor. Nitekim ‘iktidarın isteğine uygun’ bir yargı oluşturulmak istendiğinin öne sürülmesi de kendi başına bir anlam ifade etmiyor, çünkü önemli olan iktidarın daha demokratik mi, yoksa daha vesayetçi mi bir yargı istediği. Ve açıkça ortaya çıkıyor ki yüksek yargı mensupları aslında vesayetçi bir yargıdan vazgeçmek istemiyorlar. Bu imtiyazı da kemalizm sayesinde ellerinde tuttukları için, neredeyse bir siyasi parti gibi ideolojik itirazda bulunuyorlar.
Yüksek yargının siyasi parti gibi davrandığı bir sistemde, siyasi partilere ise ideolojik siyasetin taktiksel çıkışlarını yapmak düşüyor. Ne CHP ne de MHP’nin önerilen taslağın içeriğine ilişkin bir itirazları var. Görünüşe bakılırsa tasarının AKP tarafından hazırlanmış olmasına ve seçimlere bir yıl kala gündeme getirilmesine karşı çıkıyorlar. Buna karşılık, bir anayasa değişikliği paketinde nelerin olması gerektiğini de açıkça söyleyemiyorlar, çünkü bu değişiklikler de taslağa konduğu takdirde desteklemek zorunda kalacaklar ve o zaman da anayasa değişecek. Oysa muhalefet partilerinin tercihi mevcut anayasa ile yani vesayetçi bir yapıyla devam etmek. Zamanlamaya ilişkin itirazın da pek anlamlı olduğu söylenemez, çünkü bir meclisin meşruiyeti bir sonraki seçim zamanı ile ölçülemez. Şu an meşru bir parlamento var ve örneğin bir yıl önce olsa sorun yaratmayacak olan bir yasayı şimdi çıkarmalarının niçin ‘sorun’ olduğunu anlamak hiç de kolay değil. Muhalefet partileri bu süreçte daha da yıpranacaklar... Çünkü ideolojik olarak yargı bürokrasisinin gölgesinde kaldıkları gibi, siyaseten bir alternatif de getirecek durumda değiller.
Yüksek yargının ideolojik sultası altında kalan son itiraz biçimi ise, artık pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde ‘soldan’ geliyor. Burada meseleye teknik açıdan, yani AKP karşıtlığı üzerinden bakanlardan, daha entelektüel yorumlara uzanan bir yelpaze var. Ancak hepsinin de ortak noktası, herhalde hiç istenmediği halde, apolitik olması. ‘Sol’dan konuşan birçok kişi, duruşlarının ve söylemlerinin apolitik olduğunun farkına bile varmadığı gibi, kendilerini siyaset yapıyor sanıyorlar. Örneğin 12 Eylül Anayasası’nın değişmesi gerektiğini, ancak ‘bu Meclis’in’ anayasa değişikliği yapamayacağını söyleyen bildiri, bu tutumun iyi bir örneği. Önerildiğine göre anayasa en geniş mutabakatla yapılmalı ve siyasi gerginliği de arttırmamalıymış. Ders kitabından çıkmış gibi duran bu önerme, eğer ilkesel bir duruşu işaret ediyorsa epeyce liberal bir orta yolculuğu ima ediyor. Ancak eğer siyasi bir duruşu ima ediyorsa, ‘solculuğun’ kemalizmle ne denli içiçe olduğunu ortaya koyuyor, çünkü sözü edilen mutabakatın ‘son kertede’ neyle ve kimlerle olacağı çok açık. Solculuk adına yapılan bu tür çıkışlar, aslında solcu olanların siyasetin dışında kalmaya razı olduklarını da ortaya koyuyor. Solculuk siyaseten doğru olanları savunur gözükürken, ‘temiz ve beyaz’ kalmanın da yolu haline geliyor. Çünkü Türkiye’deki sol hâlâ kendisini normatif olandan kurtarabilmiş değil. Olması gerekeni savunmanın siyaset olduğunu sanan; olan bitene müdahale etmekten, gerçekliğin parçası olarak tavır almaktan korkan bir ‘sol’ var...
Yüksek yargının, muhalefet partilerinin ve sol aydınların yaklaşımı birbirini besliyor ve destekliyor. İdeolojik boyutta vesayet rejiminin korunmasını ifade eden bu koalisyon, siyasete yaklaştıkça tek bir mesaj veriyor: AKP yönetmesin! Burada gerçekçi bir analiz var, çünkü vesayet rejiminin sona ermesi bugün için gerçekten de AKP’nin yönetmesini gerektiriyor. Söz konusu koalisyonun psikolojik zemini ise esas olarak laiklik... Siyaset önermesi gibi gözüken sözler, aslında laiklikten başka kimliksel zemini kalmamış olan bir tür sol muhalefetin cemaat yapısının korunmasına yarıyor. Ama maalesef Türkiye siyaseti açısından tam bir apolitikleşmeye tekabül ediyor. Solun apolitik hale geldiği bir ortamda, yüksek yargı da ‘ideolojinin’ sahibi haline geliyor ve böylece kemalizm solun merkezindeki efsunlu yerini korumayı sürdürüyor...
TARAF