Masanın başına oturdum –hâlihazırda iki karalama (ufak lekeler) dahi yaptığım gibi, ilk cümlem olan bu ilk cümleyi kaleme alıyorum.
Şaşkın, limoni ve uyuşuğum: bende muhtelif heyecan belirtileri.
Köşeden üçüncü kez gittiğimde (hani Radikal’deki o meşum köşe) bir daha harbiden dönmem diye gittim.
Epey bir zaman da “kanı temiz” dolaştım. Gazete okumadım, televizyonda haber seyretmedim.
DERKEN (ilk “kanı bitlenme” hadisem o’dur) Show Ana Haber’de Kozmik Oda’nın basılmasını izledim. Savcıyı, hâkimi kapıda bekletmeler, ondan önce Askeriye’nin kapılarından içeri sokmamalar, büyük bir azimle anca geceyarısı Türk Adaleti’nin Kozmik Oda’nın –inatla her birimize kapalı tutulan– kapılarından içeri girmesi –Girebilmesi!
Kozmik Oda’nın kapılarından savcının, hâkimin girmesinden ÇOK KISA BİR SÜRE sonra Ertuğrul Özkök’ün, hani Ankara’dan gelip de, “Türkiye Türklerindir” gastesinin başına ham çökeleklenip yıllarca cümlemize Medya’nın En Kirli/ Pis Dönemini yaşatan “şahsın” EN NİHAYET “genel yayın” bilmemneliğinden alınması–
İşte, Özkök’ün genel yayın bilmemneliğinin sona erdiği gün, ilk şiddetli kaşıntımı yaşadım “Burdan Ergenekon’un dibine kadar yolun var” başlıklı bir yazı yazmamak için.
Ama tuttum kendimi. Bir nevi “vampirlik” de köşecilik benim indimde: Nefsine hâkim olman lâzım.
Tuttum. Hayatıma devam ettim.
Ve fakat tut tut; nereye kadar?
Taraf’ta toplam altı yazı yazdım. Üç’ün iki katı. En azından Şubat 2012’ye kadar da (yani köşeyi bırakalı TAM ÜÇ YILI doldurana kadar) yazmamaya kararlıydım. Ama üç yıla üç ay kala, ayın üçünde başlamak varmış!
Ben yüzde 18 obsessif kompülsif, yüzde altı kadar da otistik biriyim.
“İş başa düştü!” ruhuna esir düştüm. Bu “baş” çok mühim diye algıladığımdan değil, lütfen yanlış anlamayın.
Bu manyak işleri görecek biri lâzım! diye –Aynen evimin karşısındaki boş arsaya atılan çöpleri yıllardır, düzenli aralıklarla, yalnızca benim topluyor, temizliyor olmam gibi.
Aynen öyle.
Her seferinde şaşkın da oluyorum; niye bir Allah’ın kulu da çıkıp benim gibi plastik eldivenleri eline geçirip büyük bir-iki çöp torbasını alıp da, bu arsanın çöplerini toplamaz diye.
İşin sıradanlığı ve gerekliliği, hayretle dolduruyor içimi. Her seferinde.
Benzer bir “benzetmeyi” Bejan Matur’un programına çıktığımda da yaptım. Ama bence Türkiye’deki Medyalanma’nın durumu şu: Böbrek hırsızlığı!
Diyelim bir yakınının apandisiti patladı patlayacak. Ambulansa koyduğun gibi en yakın Acil’e götürüyorsun. Apandisit ameliyatını yapmadıkları gibi, hastanın böbreklerini (Elitler için! Şanlı Türk Zenginleri!) çalmış doktorlar!
Sana yakınının bedenini teslim ediyorlar: Böbrekler çalınmış vaziyette!
Yıllardır yapması gereken operasyonları (hayat kurtarma, demokrasi kurtarma adına) gerçekleştirmeyen Türk Medyalaması; Ertuğrul Özkök misali baş hekimlerin denetimindeki karanlık hastanelerde yakın mevzularımızın böbreğini, ciğerini, karaciğerini, korneasını çalıp bize cesetlerini teslim ediyorlar.
Yakınlarımızdan çalınan tüm o hayati organları Türk Elitleri’ne, Zenginleri’ne, Türk Askeriyesi’ne nakletmek! Bütün arzuları da bu.
Kemalist Tek Parti Rejimi sayesinde inanılmaz güçlerin/ servetlerin sahibi edilmiş Türk Elit Zenginleri’nin sonsuza dek yaşaması için, hakiki bir demokrasiye geçişimizin önünde tam siper yatan Türk Askeriyesi’nin canına can katabilmesi için yakınlarımızdan çalınan bütün o karaciğer, böbrek, kalp, beyin, kornea nakillerine ihtiyaçları var. Muhtaçlar!
İşte onların hizmetinde sapıtmış doktorlar gibi: kimi genel yayın yönetmenleri, köşe yazarları, “zararsız unsur” kılığı altında magazinciler, televizyoncular, say sayabildiğin kadar zartlar, zurtlar–
Can çekişmekte olan Kemalist resmî ideoloji yaşasın diye–
O ideoloji eliyle dünya çapında servetlerle donatılmış Türk Zenginleri, rekabetsiz piyasa koşullarını, ve esas rekabetsiz ideolojik üstünlüklerini kaybetmesin diye–
Harbiden bu metaforik böbrek hırsızlıklarının, bütün bu “ameliyat kazalarının” “A! Apandisit miydi sorun, ben böbreğini alın diye getirdiniz sanmıştım. Böbrekteydi mesele!” diye bir de kör parmağım gözüne bizlere yüzsüzce, rezilce, iffetsizce pazarlanmasına, gazlanmasına–
“Three minutes!” diyorum.
Herrr ilk yazı gibi karışık oldu.
Toparlayacağız tabii yavaş yavaş. Tane tane.
Ama hissiyat budur.
Yanlış Etiketleme bağımlılarına, sağ gösterip sol vurup kendini ennn kurnaz zannetmelere, kıçımı dayadım çok satıyorum atarım tutarım her türlü mevzu fırıldaklığında bir numarayım iffetsiz güvenine–
Ben öfkeli biriyim. Hiçbir açılış davetiyesini, kokteyl ortamını kaybetme korkum da yok.
Bir arkadaşımın tasvir ettiği gibi, mağdur edildiğimde, ya da birilerinin mağduriyetini içimde hissettiğimde; maalesef mevzulara öyle bir girişiyorum ki–
Karşımdaki en şerefsiz alçağın dahi “Mağdur edildim! Beni mağdur etti! Saldırdı! Saydırdı!” demesine müsait ortamı sağlıyorum.
Tamamdır. Biliyorum.
Bütün bu kusurlarım yüzünden, Saint Augustine’e inancımdan (Ne demiş? “Make me a good man. But not yet”) gittim.
Bütün bu kusurlarımla dönüyorum.
Kusursuzlar harbiden sinirlerini beni okuyup okuyup bozmasınlar. Kibarca, rica ediyorum.
O kadar çok Kusursuz var ki hizmetlerinde.
Ben defolular, içi içine sığmayanlar, dangalaklığın bu kadarına! diye saydıranlar, kabına zor sığanlar, her şeyin adlı adınca anılmasına hasret duyanlar, ağız dolusu küfretmemek için kendini zor tutanlar–
“Bu da geçer Ya Hu!” diye başlıyorum.
TARAF