Ahmet Taşgetiren / STAR
2008 yılında Ak Parti için kapatma davası açılmıştı. Ak Parti iktidardaydı, halktan yüzde 49 oy almıştı. Kapatma davasının gerekçesi “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olmaktı. Ak Parti bu davadan sadece bir oy farkıyla kapatılmaktan kurtuldu. Rivayet o ki Ak Parti ülkede ekonomik çöküş gerçekleşir diye kapatılmadı. Ancak yine aynı gerekçe kullanılarak hazine yardımının kesilmesiyle cezalandırıldı, bu defa 1’e karşı 10 oyla.
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma”nın gerekçesi ise başörtüsüne sahip çıkmak, ya da Kutlu Doğum Haftası programlarının çok coşkulu geçiyor olmasıydı.
Türkiye laikçileri yıllarca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Demokrasi araç” sözlerini dile doladı. Onlara göre bu “Demokratik zeminden istifade ederek kendi amaçladığı düzene varma” hesabı idi.
Refah Partisi’ne açılan kapatma davalarında hep bunlar tartışıldı.
163’üncü maddeyi hatırlayalım: O da “Din istismarı” gerekçesini kullanarak toplumun dindar kesimlerini biçme aracı olarak kullanılmıştı.
Özal’ın, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı, Erdoğan’ın Başbakanlığı, Cumhurbaşkanlığı, Çankaya’da başörtülü bir “first lady” hep “Son kalenin elden çıkması” sendromu ile mücadeleyi gerektirmedi mi?
Ben şu anda birilerinin dünyasında “FETÖ” için kullanılan bütün akıl yürütmelerin, tüm dini topluluklar için, ve emin olun bizzat Tayyip Erdoğan için kullanıldığından adım gibi eminim.
FETÖ bir cinayete kalkıştı. Bu açık. “Dini” söylemlerle oluşmuş bir yapıyı, dindar insanların oluşturduğu bir siyasi kadroyu alaşağı etmek için kullandı. O yapı, işlediği cürmün karşılığını görecek.
Ancak, buradan islami eksende oluşmuş tüm yapıların aynı torbaya konulması sonucunu elde etmek isteyen odaklara fırsat doğmaması lazım.
Bunu “İşte laikliğin erdemine geldik” sözünü dillerine pelesenk edinenler ve tasfiyeleri izlerken “Ötekini de ötekini de” çığlığı atan odaklar için söylüyorum.
Türkiye, laikçi zihniyetin ele geçirdiği ve milleti yeniden formatlamak için kullandığı bir devlet olgusundan, “Milletin devleti” olma noktasına gelinceye kadar ne acılar yaşamış. Menderes’i hangi mantıkla idam ettiler, bakmak lazım.
Bu ülkenin masum dindar halkı, mesela yargıda 163’üncü maddenin biçme operasyonlarına tanık oldu. Bir “insaflı hakim” olsun isteği bütün zamanların isteği idi. AYM’de bir oy, Ak Parti’nin kapatılmasını önlediğinde “İyi ki orada o yargıç var” demedik mi hepimiz? Başörtüsü için bir tek “muhalefet oyu” çıktığında onu kutlamadık mı? O bir oy “Devletin ele geçirilmesi” mi demekti, yoksa devletin hiç olmazsa bir oyluk kurtarılması mı demekti?
1950 sonrası bütün askeri müdahaleler “devlette millet iktidarı”nın önlenmesini amaçlamıyor muydu?
Tayyip Erdoğan niye Pınarhisar’a gönderildi?
Erbakan niye hazine yardımını iç etmekten mahkum edildi?
Ve şu son darbe girişimi, eğer bir uluslar arası odağın desteği söz konusu ise, o odağın “Türkiye’nin Tayyip Erdoğan tarafından ele geçirilmesi”ne karşı bir hamlesi değil mi?
FETÖ, asıl cinayetini, dindar toplum kesimlerinden sağladığı birikimi, bu uluslar arası odaklarla işbirliği yaparak, Türkiye’de milletin iktidarına karşı kullanmasıyla işlemiştir.
Şunu unutmamak lazım: Tayyip Erdoğan, Türkiye’de muhafazakar toplum zemininin ortak bileşkesidir. Bana göre bu toplum zemini de Türkiye’nin ana toplumsal mayasını oluşturmaktadır. Çanakkale, Milli Mücadele... ne denirse, Türkiye’nin bütün varoluş kavgalarında ana unsur bu toplum zeminidir.
Şöyle bir tuzak gözlüyorum: Tayyip Erdoğan güçlü adam, onu toplumsal zemininden koparırsak yeni bir oyun kurabiliriz. FETÖ yapılanmasının çarpıklığından yola çıkan bir dil, o istikamette gelişiyor. Oysa, meydanlarda nöbet tutan milyonların ana gönül harcı, yine manevi değerlerdir. Manevi değerler de manevi iklimlerde mayalanmaktadır. Erdoğan’ın yüreğinin mayalandığı İmam Hatipler de o maneviyat merkezlerinin eseridir. Bunu da en iyi Sayın Cumhurbaşkanı’nın kendisi bilir.
Söylem formatını doğru belirlemek lazım. Bugün söylediklerimizin yarın bize, millete karşı kullanılabileceğini unutmadan...