“Bir göç, iki yangına bedeldir” demiş dedelerimiz. Bu cümleyi kurarken hangi ölçüleri esas almışlar bilmiyorum. Ancak bu yangınların son yıllarda oldukça sıklaştığını söyleyebiliriz. Bu yangın sadece düştüğü yeri de yakmıyor. Özellikle vicdanlı insanların dünyasında yüreklere bir kor gibi düşüyor.
Göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgu ve tüm zamanlarda sosyal bilimlerin değişmez konularından biri oldu. Bugün kavramla alakalı onlarca tanım yapabilmek mümkün fakat bu tanımların en büyük sorunu göçün öznesi olan insanı görmezden gelmesidir. Elbette göçün nedenleri, sonuçları ve ortaya çıkardığı sorunları da görmek gerekiyor. Ancak göçün sadece demografi merkeze alınarak salt sayısal ifadelerle açıklanamayacak kadar insana ait bir olgu olduğu unutulmamalıdır.
Göç bir öykünün son bulması ile başka öykülerin başlamasının belki daha da önemlisi bir öykünün hayata taşınmasının adıdır. Tolstoy’a atfedilmiş bir söz var; “tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar ya bir insan bir yolculuğa çıkar; ya da şehre bir yabancı gelir” diyor. Demek ki göç, insanın hayatı boyunca şekillenen duygularının, davranışlarının ve en önemlisi hafızasının yer değiştirmesidir. Bu yönüyle son derece insani bir olgudur ve topluma, sorunlara, sebeplere, coğrafyaya, demografiye indirgenemeyecek kadar da değerlidir.
Kavrama göç edenlerin hissiyatlarına, düşüncelerine, tavırlarına yabancı kalarak yaklaşmak insanı nesne olarak görmek anlamına geliyor. Böyle olunca da göç edenin ayrıldığı fiziksel ve sosyal yapıdan neyi eksilttiği ya da dâhil olduğu fiziksel ve sosyal yapıya neler kattığı istatistiği ile yetiniliyor.
Oysa göç kişinin kendi öyküsünü zorunlu sırtlanmasıdır. Zira göç edenler öykülerini ilmik ilmik yaşıyorlar. Bu yaşanmışlıkla kimliklerini de örüyorlar. Gelecek onlar için inşaa sürecinde ve nereye giderlerse gitsinler bilinç dünyalarını bu örselenmişlikler belirleyecek. İnsanın yaşadıklarını hatırlaması ya da unutması öykünün temel belirleyenidir. Sakladıkları, öğrendikleri ya da söküp atmak istedikleri kendine müdahale etme alanlarıdır. Ki bunlarda belirleyici olan en az yurtlarında bıraktıkları kadar yolculuk esnasında ya da sonunda yaşadıklarıdır.
Göçmenlerin yeni geldikleri topluma uyum sağlayabilmesi için belli bir sürenin geçmesi gerekir. İbn Haldun bu süreyi her biri ortalama 40 yıl süren dört kuşak yani 160 yıl olarak öngörüyor. Onun bu kuşaklara verdiği isimler göç ve değişim teorisini de anlatıyor.
İbn Haldun bu kuşaklardan ilkine “muhafız” adını vermiş. İlk kuşak eski kültürün koruyucusu olması sebebiyle göçmenler eski kültürlerini muhafaza ediyorlar. İkincisine “mübaşir” demiş. Bu kuşak yeni kültürle doğrudan temasa geçiyor. İletişim kurulmuş dolayısı ile uyum süreci başlamış oluyor. Üçüncü kuşağa “mukallid” adını veren Haldun, bu kuşağın yeni kültürü taklit etmeye başladığını ifade ediyor. Dördüncü kuşağı“hadim” olarak niteliyor. Artık göçmenler taklit ettiği toplumların bir parçası olup hizmetine girmeye başlıyorlar.
Bu analizden yola çıkarsak ilk kuşağın muhafazkar tutumunun en belirgin sebebi dil bilmeme yani iletişim kuramama problemidir. Bununla birlikte İbn Haldun’un teorisi hem zamansal hem de mekânsal olarak dönemine matuf. Süreye ve ortama takılmadan düşünürsek bu sürecin tüm göçmenlerde aynı yoğunlukta olmasa da yaşandığını görebiliyoruz.
Ülkemizdeki Suriyeli göçmenlerden ilk gelenlerin 8 yıllık bir geçmişleri var. Birçoğunun ilk geldikleri zamanlarda yaşadıkları problemleri aştıklarını söyleyebiliriz.Barınacak bir yuva, çalışacak bir işleri var. Okul çağındaki çocukların hemen hepsi okula gidiyorlar. İçinde bulundukları toplumla öyle ya da böyle tüm olumsuzluklara rağmen uyum sürecini girmiş gözüküyorlar. Bununla birlikte “tutunamayanlarda” var ve son günlerin en yakıcı konularından bir de bu!
“Gitmekle gitmiş olmazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır” diyerek göçün romantik boyutunu anlatıyordu bir dizesinde Cemal Süreyya. Oysa bugün gidenlerin geride bıraktıkları da, yaşadıkları da oldukça dramatik! Savaşın, yağma ve talanın; sömürünün, yoksulluk ve yoksunluğun hikâyelerini barındırıyor bu yolculuklar.
Bu hikâyelerin içinde bizden de kırıntılar, acı hatıralar var. Bugün Yunan sınırında başka bir meçhule yol arayanlar, bizim içimizde tutunamayanlar olarak kayıtlara geçtiler. Suriye, Afgan, Özbek, Pakistan ya da Afrikalı olması farketmiyor. Onların tutunamamasında bizlerin de payı var.
Hamile kadını iki yaşında yavrusuyla katleden, yalan haberlerle etrafındaki “yabancıları” linç eden, çalıştırıp haklarını vermeyen, ikinci sınıf insan muamelesine razı olmalarına rağmen insan muamelesi dahi göstermeyen, fahiş kiralarla sömüren, yollarını kesip haraç alanlar bizleriz! Siz olsanız fırsatını bulunca gitmek istemez misiniz? Bizim uyanık Konya’lı bunu deneyenlerden değil mi?
Oysa daha güzel anılar biriktirebilirdik. Gelecekte yurtlarına sağlıklı ve güvenli bir şekilde dönmelerini sağlayıp emanete sahip çıkabilirdik. Döndükleri zaman yurtlarında açılacak bir kapımız ve kucak açacak insanlarımız olurdu. Bu ilişki biçimini tercih edenler pişman olmayacaklar. Çünkü örnekleri var. Geçen hafta üç ayların başlangıcıydı. Kapımız çalındı. Komşumuz olan Halep’li Hüsni abimiz elinde bir paketle kapıdaydı. İçinde yöresel ekmekleri ile tuz vardı. Bereketin paylaşmakta olduğu bilinci, bugün onlara nefretle bakanlarda var mıdır, sanmıyorum!
Sınır kapılarının açılması dolayısı ile yola çıkan insanlara “gidin ancak nankörlük etmeyin” diyenler var. Giderken; “güle güle Türkiye, bir daha gelmem!” cümlesini kuran bir göçmenin sözleri üzerine. Buraya sadece “nankör” yakıştırmasını alabiliyoruz, diğerleri bizim telaffuz edemeyeceğimiz düşkünlükte! Oysa ben şahitlik edebilirim ki; diyalog kurduğumuz, tebessüm edip selam verdiğimiz hiçbir kardeşimizden nankörlük vb bir tavırla karşılaşmadık. Siz emanete nasıl davrandınız ki size nankörlük ediyorlar? Hala Türkiye’nin birçok ilinde göçmenlere dönük linç ve yağma girişimleri devam ederken, bu insanlardan ne bekliyordunuz?
Göçmen bir sosyallik içinde yetişen ve başka bir sosyallik içinde var olma çabası gösterendir. Bu eylemin en önemli gerekçesi ise“daha iyi” olma arzusudur. Bu da insanı, toplumu ve tarihi değiştiren bir olgudur. Mekke’den Medine’ye çıkılan kutlu yolculuk hem insanı, hem de insanlığın tarihini değiştiren kutlu bir olaydır ve bu olayda muhacirler değişimin baş aktörleridir.Bu kutlu olayın diğer aktörleri ise ensarlardır ki, değişimi tetikleyen en belirleyici faktör onların muhacirlere dönük tavırlarıdır.
Tabi ki göçün maddi/fiziki bir boyutu var. En hafifi ile mekânlar arasında bir değişim sözkonusu. Ancak göçün asıl anlaşılması gereken boyutu manevi değişim olgusudur. “Kötü şeylerden hicret et” diyor, Rabbimiz. En üstün hicret, Allah’ın hoşlanmadığı ve yasakladığı işlerden uzak durmaktır. Bu anlamı ile hiçbirimiz Muhacir olmaktan münezzeh değiliz. İşte bu kötülüklerin başında, daha iyi bir yaşam için bize sığınmış muhacirlere ensar olamamak var. Onlar maddi/manevi bir değişimin yolcuları iken bu değişime evsahipliği yapma onuru ve fırsatını kaçırmayız inşaallah…