Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, 2008-2009 adli yılın açılışında yaptığı konuşmada şöyle diyor: "Laik bir devlette dinî inançlar özel yaşama dair bir vicdan konusudur.
Dinî inançlar devlet ve kamusal kurumların çalışmalarına dayanak oluşturmaz. Laik devletin koyduğu kurallar dinî inançlarla bağdaşmıyorsa, dinî kurallar insan eşitliğine yönelik evrimin amaçlarına uygun olarak yeniden yorumlanmalıdır." Bu, laiklik üzerinden devletin dine müdahalesi, din içinde cebri reform yapma teşebbüsüdür. Avrupa'daki laiklikle de uzaktan yakından ilgili değildir. Yanlış bilgileri tashih etmekte zaruret var: Avrupa'da çoğu zaman dinden anlaşılan, bir kurum olarak kilise ve nizami din adamları olarak ruhban sınıfının ruhani iktidarıdır. Bu kurumun ve sınıfın üzerinde hak iddia ettiği cismani iktidar var ki, bu da devlettir. Demek ki, aslında laik insan, kelimenin etimolojisinin de işaret ettiği üzere, ruhban sınıfına mensup olmayan kişilerdir.
Tarihte teokrasiyi mümkün kılan şey, bütün dinler içinde sadece Batı Hıristiyanlığı'na, yani salt Katoliklik'e özgü bir teo-politik form ki, bunun iki parametresinden biri kilise adlı bir kurumun ve ruhban adlı bir din adamları sınıfının devlet üzerinde hak iddia etmesi; diğeri serbest iradeye dayalı din seçiminde bulunma ve bir din içinde farklı yorum yapma hakkını tanımamasıdır. "İsa'nın temsilcisi" yanılmaz papanın iki kılıcı vardır; birini elinde tutmakta, diğerini Hıristiyanlığı savunmak üzere krala kendisi vermiş bulunmaktadır. Kilise Petrus'un mezarı üzerinde kurulmuştur, İsa'nın bedenidir ve başında papa bulunmaktadır. Bu özellikleri dolayısıyla cismani iktidar ruhani olana, devlet kiliseye tabi olmak zorundadır.
1905'te yürürlüğe giren yasaya göre, birbirinden ayrılan "kilise ve devlet"tir; fakat biz bunu "din-devlet ayrılığı" olarak anlıyoruz. Hemen anlaşılacağı üzere bu tamamıyla Batı Hıristiyanlığı'na ait teolojik, tarihî ve politik bir sorundur; ne diğer dinlerle -hatta Ortodokslukla dahi- ne İslamiyet'le ilgisi vardır. İslamiyet'i teokrasiyle ilişkilendirenler derin bir cehalet sergilemektedirler.
Karşılarında bir kilise ve ruhban sınıfı bulmayanlar, laikliğe makul bir temel bulmak için bir "öteki" arıyorlar, bu çerçevede İslamiyet'in kendisini hasım seçiyorlar. Çünkü cami kilise değildir; İslamiyet'te ayrışmış bir din adamları sınıfı yoktur, her Müslüman hem "laikus"tur hem "din adamı"dır, bugün Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde görev yapan 'din adamları' imamlar, müftüler, müezzinler, vaizler, hatipler devletin memurlarıdır. Başka bir ifadeyle, laikçiler, karşılarında kilise ve ruhban olmadığı için, doğrudan İslamiyet'i ötekileştirerek, zararlı bir nesne halinde tanımlayarak laikliğe temel arıyorlar.
Avrupa tarihinde laiklikle sağlanan her şey, İslam tarihinde İslam tarafından hukuken korunmuştur, bu konuda Avrupa'dan öğreneceğimiz bir şey yoktur: 1) Herkes din seçmede özgürdür, kimse şu veya bu dini kabule zorlanamaz; 2) Cami kilise değildir, cami ile devlet arasında kavga olmamıştır; 3) Devletin sorumlu olduğu referans çerçevesi, din adamları sınıfı değil, Hukuk'tur; 4) Her din veya mezhep grubu ibadethanelerini kurar, çocuklarına dinî inancını öğretir ve dininin gerekleri neyse ona göre yaşama hak ve özgürlüğüne sahip olur; 5) İslamiyet içinde birden fazla yorum, tefsir, tevil ve içtihat mümkündür; 6) Bireyler ve gruplar, şu veya bu dine, şu veya bu mezhebe göre inanmaya ve yaşamaya zorlanamaz. 7) Devlet, ideolojiler ve felsefi inançlar karşısında da aynı tutumu takınmak durumundadır.
Kur'an ve Sünnet'in ruhuna sadakat içinde olan bir Müslüman bu yedi maddeye inancının gereği saygı gösterir. Devletin de bu ilkelere bağlı olmasını ister. Bu anlamda -eğer bunlara laiklik deniyorsa- devlet laikliği "bir tutum" olarak benimser, daha fazla değil. Bundan ibaret laiklik sadece idari ve hukuki bir kavram olarak iş görür.
Bu çerçeveyi aşan laiklik, İslamiyet'in kendisine yönelmiş bir müdahaledir, dinini ciddiye alan bir Müslüman bunun ötesini kabul edemez.
Zaman gazetesi