HAKSÖZ-HABER
Kenan Alpay, bugünkü yazısını Hürriyet’te yazmaya başlayan ve Gezi Parkı ile ilgili yayınladığı “Taksim Manifestosu” ile gündem olan Dücane Cündioğlu’nun dününü ve bugününü anlattı:
“Küfürsüz, hakaretsiz, yakıp yıkmasız, sarhoşluk ve serkeşlik yapmaksızın, askeri cunta ve burjuva sınıfının hizmetine koşulmaksızın sergilenen onurlu direnişin değil de Taksim Gezi Parkı sakinlerinin yanında aranan izzet ve şerefin kaynağını bu zata hatırlatmaya gerek var mı sizce?”
"Taksim Manifestosunda Cündioğlu’nun eylem ve direnişe güzellemeler döktürmesine bakıp da kimse onun ezelden beridir direnişlere omuz ve gönül verenlerden olduğunu sanmasın. Aksine o direnişe omuz vermek bir tarafa gönül dahi vermemiş hatta bununla da yetinmeyip direnişi hep küçük görmüş, alay etmiş biridir."
Kenan Alpay'ın yazısı:
Tutarsız Olduğu Kadar Arsız da
Dücane Cündioğlu’nun edebi ve cerbezeli, cerbezeli olduğu kadar da tutarsız ve tuhaf “Taksim Manifestosu”; uzun yıllarını Kur’an’ı anlamaya vermiş, geleneksel ve modern tahrif çabalarına karşı da ciddi eserler vermiş bir aydının, gelip durduğu yer açısından sanki bir ibret vesikası.
Başörtüsü Risalesi ve Anlamın Buharlaşması gibi kitaplarıyla dini-siyasi ayrım dayatmalarına karşı, sağlam bir blokaj koymuş bir ismin gelip de konuşlanacağı yerin Hürriyet Gazetesi olması, nasıl olur da şaşırtmaz insanı? Üstelik de bu kişi, içinden “çıktığı kabuğu beğenmeyen kestane” misali, Hürriyet Gazetesi’ndeki yerinden, iktidar sınıfları adına siyaset yapıp, topluma nizamat vermeye kalkışıyorsa... Biz de Ahmet Kaya gibi mi desek acaba; “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça” ?!
Kaka Eylem(ci) ve Cici Eylem(ci)
Taksim Manifestosunda Cündioğlu’nun eylem ve direnişe güzellemeler döktürmesine bakıp da kimse onun ezelden beridir direnişlere omuz ve gönül verenlerden olduğunu sanmasın. Aksine o direnişe omuz vermek bir tarafa gönül dahi vermemiş hatta bununla da yetinmeyip direnişi hep küçük görmüş, alay etmiş biridir.
Bu konuya dair küçük bir hatırlatma yerinde olur sanırım. 28 Şubat sürecinin en azgın ve iğrenç dayatmalarına, üniversite önlerinde kitleler halinde karşı çıkıldığı dönemdi. 28 Şubat cuntacılarının, asker-sivil bütün birimleri seferber ederek başörtüsüne sistematik saldırılar düzenlediği bir vasatta Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi merkez kampüsün önünden öğrenciler büyük kitleler halinde Cerrahpaşa ve Çapa tıp fakültelerine kadar protesto yürüyüşleri yapıyordu.
Öğrenci kortejinin en önünde “Cuntaya Hayır, Eğitime Özgürlük” pankartı yer alıyordu. Hiçbir biçimde kırıp dökme, hakaret ve saldırı içermeyen eylemleriyle çevreden gelen alkış ve dualar eşliğinde başörtüsü yasağını protesto eden öğrenciler “Başörtüsü Müslüman Kadının Kimliğidir” pankart ve dövizleriyle haklı mücadelelerini diğer üniversite ve şehirlere taşıyorlardı. Hürriyet Gazetesi başta olmak üzere merkez ve sol-sosyalist yayın organları başörtülü öğrencileri karalamak ve itibarsızlaştırmak, askeri cuntacıları ve yasaklarını da meşrulaştırmak için her türlü psikolojik harp tekniğini devreye sokuyorlardı.
Mezkûr dönemde Yeni Şafak Gazetesi’nde yazan Cündioğlu ne yapıyor, yazıyor ve söylüyordu acaba? Mesela Beyazıt’ta veya başka bir mekânda zulme karşı direnen, Allah rızası için hakkı müdafaa eden kardeşlerinin mi yanında yer alıyordu? Bilebildiğim kadarıyla bu mücadelelerin verildiği mekânların yanından bile geçmezdi. “Ben özel bazı şartlar gereği zulme karşı mücadeleye destek verebilecek konumda değilim ama siz eksik kalmayın” türü tavsiyelerde mi bulunuyordu köşesinden? Maalesef buna da şahit olamadık.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesine kadar slogan ve pankartlarla yürüyen binlerce kardeşimize söylediği neydi? Şu: “Slogan atıp, pankart açıp protesto yürüyüşü yapacağınıza yakındaki filan türbeyi ziyaret edip dua etseydiniz daha makbul olurdu.” İşte adalet ve özgürlük mücadelesinden dahi habersiz, üstelik de bu kadar laubali ve lakayt bir aydındır kendisi.
Bu laubali ve lakaytlık halleri bu dönemden itibaren başlayan ve kustururcasına tekrar eden “reçel bile yapamazlar” yazılarıyla tam bir ukalalığa terfi etmişti. Mücadeleyi tahfif eden perspektif, zaman içinde özelde okuyan-mücadele eden ama en genelde, bütün kadınları tahfife dönüşmüştü.
Sonradan Görme’nin Verdiği Ders
Kabak çiçeği açıldı bir kere artık neler görürüz, neler işitiriz hep birlikte dikkat kesileceğiz. Ama sergilenen orijinal fikirlerden bir kaçına şöyle bir göz atalım dersek şunları hatırlatmakta fayda olur sanırım: Mesela “manifesto”nun bir yerinde geçen “Fransız devriminin insanlığa armağan ettiği ünlü üçleme” diye (s)atılan şu slogana bir bakalım. Cündioğlu’nun “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkelerini Fransız burjuva devriminin insanlığa hediyesi olarak pazarlaması sanki hiç tarih, özellikle de Peygamberler tarihi okumamış olduğunu hissettiriyor. İyi ama siz hiç siyasi tarih ve siyaset felsefesi de mi okumadınız beyefendi? Fransız İhtilali öncelikle ulus devlet ve ulus toplum olarak ve “devrim kendi evlatlarını yiyor” acı gerçeğini mümkün kılan giyotinlerle anılmıyor muydu esasen? Fransız İhtilalinin öz çocuğu olan ulus devlet ve ulus toplumun işgal ve sömürüyle yani emperyalizmle, aydınlanma ve ilerlemeyle yani seküler-tüketim toplumuyla doğrudan alakasını atlayıp da Türkiye’deki egemen sınıflar namına özgürlük-eşitlik ve kardeşlik üzerinden anılması doğrusu pek bir manidar olmuş.
Cündioğlu yazısında, bu ülkede sanki adalet arayışı tümüyle tamamlanmış da ihsanda bulunmaktan, daha önemlisi mevcut gerilimi aşmak için “memleket evlatlarının” karşısında merhametle geri adım atmaktan bahsediyor. Üstelik de “Türkiye halkının kültürel tercihlerini iktidar belirleyemez, hele hele yöneticilerin şahsi beğeni düzeyleri” gibi cümleler kurarak yaşanan onca zulmü ve faillerini görünmez kılma gayretiyle girişiyor bu davete.
Zannedersiniz ki Türkiye halkının sadece kültürüne değil kılık kıyafetinden ibadetine, ezanından siyasi tercihine, dilinden tarihine, alfabesinden takvimine kadar muhafazakâr (ya da İslamcı) bir vesayet hâkim olmuş veya olmak üzere. Bu ne çirkin ve ahlaksızca bir tasvirdir ki, Kemalist egemen sınıfların klasik kaos-çatışma ve ihtilal sürecini, siyasetin “sonu gelmez üslup hataları”na bağlayarak, şeytanın avukatlığı yapılmaktadır. Siz hangi ülke ve tarihten, hangi toplum ve siyasetten bahsediyorsunuz, diyesi geliyor insanın.
“Tanrı’nın şehre gelmesi, Tanrının çocukları” gibi şaşkınca metaforlar, ahmakça mecazlar veya tamamen batıni teşbihler güya dil-anlam, semantik vs. üzerine uzmanlaşmış bir zat tarafından seslendiriliyor. Bu şirk düzeyi zirve yapmış mantık ve söylemle önce “araftayım” rolleri kesilir, sonra da melankolik bir ruh haliyle egemen sınıfların bekası için seferber olunur elbet.
Bu seferberlik görev emri gereğince, topluma karşı Kemalizm’e intisap etmiş ulusalcı, liberal ve sol-sosyalist sınıflar eliyle organize edilen tertipleri, “Halk, bu kadar hızlı kalkınmak istemiyor. Biraz teenni, biraz özen, biraz sükûnet istiyor” şeklinde yorumladığınız görülüyor. Söyler misiniz, hangi halk hızlı kalkınmak istemiyor? Merak ettik doğrusu. TÜSİAD ve CHP’nin, Taraf ve Aydınlık’ın, BirGün ve Sözcü’nün, DİSK ve KESK ile TKP’nin temsil ettiği halk mı?!
Çoğunluğu Nişantaşı, Etiler, Moda, Cihangir, Ataköy, Bahçeşehir’de mukim “memleket evlatları” teenni ve sükûnet istiyordu da, cahil etnos/kütle’nin haberi olmamıştı öyle mi? Boyner Mağazaları, Garanti Bankası şubeleri, Koç Holding müesseseleri, beş yıldızlı otel zincirleri gibi daha birçok tatlı su kapitalistleri ile Kemalizm’in çiçek çocuklarının başat karakteri ezelden ebede teenni ve sükûnetti de bunu anlayıp anlatacak adam kıtlığı mı vardı memlekette? Eğer böyleyse bile tasalanmasınlar, artık yeni bir “transfer”leri daha oldu!
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...