HAKSÖZ HABER
30 Ağustos vb. günlerin ne ifade ettikleri üzerine derinlemesine düşünmek lazımdır. Kemalistler tarafından inşa edilen tarih anlayışına göre 30 Ağustos, 29 Ekim, 23 Nisan vb. günler önemli hatta kutsal anlamlara gelecek değere sahipti.
Bu noktadan hareketle zikredilen günler okullar başta olmak üzere tüm ülkeye zorla kutlatıldı. Dindarların yıllarca mesafeli durdukları bu kurgusal tarih anlayışının ürünü olan günler bir şekilde geçiştirilmeye çalışıldı.
Türlü zorluklar çıkartılarak başta memur ve öğrenciler olmak üzere kurgusal tarih anlayışına biat edilmesi istendi. Bu zorbalığa karşı büyük veya küçük fark etmeksizin bir tavır alış ortaya konulduğu aşikardır. Ancak bugün ise daha farklı bir durumla karşı karşıyayız ne yazık ki!
Bazı dindar muhafazakarların tutarsız tavır alışlarına üzülmek ve sinirlenmekten başka elden bir şey gelmiyor. Bu sıkıntılı durumu bir yana bırakarak 30 Ağustos’u “zafer bayramı” olarak ilan eden rejim Kemalistlerin bu günde ne yaptığına bakmak 30 Ağustos ve benzerlerinin ne ifade ettiğini anlamak açısından da faydalı olacaktır!
Böyle bir vasatta Nuh Albayrak, Cumhuriyet'i kuran iradenin hangi mantıkla hareket ettiğini izah eden oldukça kapsayıcı bir makale kaleme almış. Albayrak, Türkiye'nin acılı modernleşme tecrübesini "şapka" meselesi üzerinden incelediği yazısında Batılı değerlere öykünen kurucu aklın yaşadığı yabancılaşmaya dikkat çekerek oldukça önemli hatırlatmalarda bulunuyor.
Nuh Albayrak / Star
Anlamadınız mı, mesele ''şapka'' değilmiş!
Reisicumhur Mustafa Kemal, "medenî" bir millet oluşturmanın startını, 98 yıl önce bugün İnebolu Türk Ocağı'nda şöyle vermişti:
"Efendiler, bu 'altı kaval üstü şişhane' kıyafet, milletlerarası değildir! Cumhuriyet halkı, uygar olduğunu göstermek için pantolon, gömlek, kravat, ceket giymelidir! Bunları ise güneş siperli serpuş (şapka) tamamlamalıdır! Bu sıcakta her tarafını kapatan kadınlar da yüzlerini dünyaya göstermelidir! Efendiler, bu gidiş mecburidir. Bu sonuca varmak için gerekirse, bazı kurbanlar verilebilir."1
Aslında Mustafa Kemal Paşa'nın "Batı medeniyeti yolculuğu" çok önceden başlamıştı. 16 Mayıs 1919'da yola çıkan Bandırma Vapurunun rotası her ne kadar "Doğu" ise de, yolcusunun menzili, "Yeni Türkiye"ye "vize" veren "Batı" idi!
Nitekim bu "gizli" güzergâhı, 7/8 Temmuz 1919 gecesi Erzurum'da, yoldaşı Mazhar Müfit Bey'e şöyle sıralamıştı:
"1- Zaferden sonra Cumhuriyet kurulacak. 2- Padişah ve hanedan devre dışı kalacak. 3- Tesettür kalkacak. 4- Şapka giyilecek. 5- Latin harfleri kabul edilecek..."
Paşa daha, "Dinde reform yapılacak, Ayasofya kapatılacak" diyecekti ama Mazhar bey, "Bu kadar hayal yeter" diyerek defteri kapatmıştı!
Mazhar Müfit 6 yıl sonra, şapka inkılabının ilan edildiği İnebolu'dan dönüşünde yaşananları da şöyle anlatmıştı:
"Paşa'nın otomobili, Meclis önünden geçiyordu. Yaklaşınca gördüklerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer fötr şapka vardı. Paşa neyse ne! Fakat şapkayı, kendisini karşılayan Diyanet Reisine de giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken otomobil önümde durdu. Gazi beni çağırdı ve 'Azizim, kaçıncı maddedeyiz, notlarına bakıyor musun' diye sordu."2
Şapka giymek, 2 Eylül 1925 tarih ve 2431 No'lu Bakanlar Kurulu kararıyla zorunlu hale getirmişti! Türk milletinin uygarlaşması için bu çok önemliydi! Öyle olmasaydı, koca devlet; Rize'ye iki gün "şapka bombası" atar mıydı? Yüzlerce "Atıf"ı; şapka yüzünden asar mıydı?3
22 Ekim günü İzmir'den dönen Reisicumhur, kendisini karşılayan İsmet Paşa'ya, "Yobazların şapka konusundaki tutumu nedir" diye sormuş, "Sinmiş ve ister istemez kabullenmiş durumdalar" cevabı üzerine, "Nesiller değişinceye kadar böyle sıkı tutmak lüzumludur" uyarısında bulunmuştu!4
O kadar ciddi takip ediyordu ki, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın şapka giymediğini duyunca, Başyaveri Rüsûhi Bey'e "Yarın sabah Mareşalin evinin önünde pusuya yat, evden çıkarken şapkası olup olmadığına bak" talimatı vermişti.5
"HAÇLI'YI, HAÇLI'NIN UÇAĞIYLA YENEMEYİZ!"
Aynı günlerde, ülkenin başka bir köşesinde tamamen farklı bir çaba vardı.
Dünya ve İstiklâl savaşlarına katılmış genç bir pilot, Haçlı devletleriyle, onların vereceği uçak ve silahlarla mücadelenin, daha başlangıçta yenilgiyi kabul etmek anlamına geldiğini çok iyi öğrenmişti. Onun için "Başkasının kanatlarıyla uçmaya çalışanlar 'Hürkuş' olamaz" diyordu.
Evet, o genç Vecihi Hürkuş'tu. "Kendi uçağımız olsun" azmiyle, "VECİHİ K-VI"yi üretmişti. Ancak uçurabilmesi için devletin, "uçuş sertifikası" vermesi gerekiyordu. Ne yazık ki devletin bu uçağı kontrol edebilecek bir teknik elemanı yoktu! Bu yüzden, uçuş izni verilememişti. İlgili müdürün tavsiyesi üzerine, 28 Ocak 1925 günü, 15 dakikalık başarılı bir uçuş yapmıştı ama izinsiz uçtuğu için para ve hapis cezasına çarptırılmış, uçağı da elinden alınmıştı!
Vecihi Bey, çok şaşkındı. O, tek başına koca uçağı yapıp uçurmuştu ama koca devlet, bu uçağı kontrol edemediği için uçuş izni vermiyordu!
Çünkü devlet, yıllardır çok daha acil işlerle uğraşıyordu!
Cumhuriyet'in kurulması, Hilafetin kaldırılması; devletin yeniden yapılandırılması, eğitimin devlet kontrolüne alınması, çatlak sesler çıkaran matbuatın susturulması yıllar almıştı!
Vecihi Bey hayıflanıyordu ama devletin ne kadar meşgul olduğunu bilmiyordu. Şimdi ise sıra, milletin dizaynına gelmişti! Sadece Reisicumhur değil, TBMM de bütün mesaisini inkılaplar için harcıyordu. Milletin beklediği binlerce yeni düzenleme, Vecihi Bey'in uçağından daha önemliydi ama onlara bile sıra gelmiyordu. Çünkü "uygarlık" için önce bu inkılapların gerçekleşmesi gerekiyordu!
Reisicumhur'un inkılaplar konusundaki hassasiyetini herkes biliyor, seferber oluyordu. Hatta o günler, Lozan'da "Sonra hallederiz" denilen "Musul"un elden gitmekte olduğu günlerdi. İngiltere, bir yıl kadar önceki Haliç Konferansı ile başlayan Musul'u çarpma sürecinin son aşamasına gelmişti ama Türkiye devleti için asıl gündem, millete "İngiliz şapkası" giydirmekti! Bu sevimsiz mukayeseyi ise dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat yapmıştı:
"Atatürk (şapka hususunda) fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi aleyhimize neticelendiği için kendileri hayli sıkıntılı idi. 'Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!' cevabı verdim. Hafifçe gülümsediler ve başlarını birkaç defa sallayarak beni taltif ettiler!"6
VECİHİ BEY, MUTLAKA DESTEKLENECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORDU!
Türkiye için çok önemli bir iş yaptığını düşünen Vecihi Bey, yine de ümitliydi. Bu eksik de mutlaka giderilecekti! Hatta büyükler onu anlayınca destek yağdıracak, bekli de fabrika kuracaktı!
Çalışmalarına devam eden Vecihi Hürkuş, çok daha gelişmiş bir model olan "VECİHİ XIV"i üretmişti. 2 kişilik bir spor eğitim uçağı olan bu model Avrupa'da çok tutuluyordu. 27 Eylül 1930 tarihinde Fikirtepe Meydanında toplanmış gazeteci ordusu önünde başarılı bir uçuş yapmıştı. Hatta ertesi gün gazetelerdeki manşetleri gören Başvekil İsmet İnönü, kendisini aramış ve tebrik etmişti.
Bu tebrikten ümitlenen Vecihi Bey, "Bu sefer olur" diye düşünmüş ve "uçuş sertifikası" almak için Ankara'ya yeni uçağıyla gitmişti. Ama ne yazık ki; yine "sertifika" yerine, "Devlet bünyesinde tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir" yazılı bir kâğıt almıştı!
Ama nasıl olur? Aradan tam 6 yıl geçmişti. O ikinci uçağını üretmişti ama devlet hâlâ bir kontrol elemanı yetiştirememişti!
UÇAK NEDİR? MİLLETİN BEKASI İÇİN İNKILÂP GEREKİR!
Devletin yoğun çabalarını görmeyen Vecihi Hürkuş, haksızlık ediyordu!
O yeni uçak üretirken devlet de (10 Nisan 1928), "Devletin dini İslâm'dır" ibaresini Anayasa'dan çıkararak "Laiklik" yolunda büyük bir adım atmıştı! Aynı yıla sığdırılan (1 Kasım 1928) Harf Devrimi ise, tek başına milleti "Batılı" yapacak büyüklükte bir adımdı!
Milletin bekası için "uçak" değil, "inkılâp" gerekliydi! Şimdi ise harıl harıl "Dinde Reform" hazırlıkları yapılıyordu! Reisicumhur Mustafa Kemal ezan, kamet, hutbe ve namaz surelerinin tercümesiyle yakından ilgileniyordu. Hatta "Türkçe Ezan" için "Allah büyüktür" yerine, "Tanrı Uludur"u bizzat o seçmişti!
Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa, "bütün devrimlerin finali" olan Türkçe Ezan şovunu, Kadir Gecesine tekabül eden 3 Şubat 1932 akşamı, Ayasofya Camii'nin üst katına topladığı Avrupa büyükelçilerine izletmişti. Bu final, "Türkleri Batılılaştırma görevi"ni başarıyla tamamladığı anlamına geliyordu!
Ama emperyalist Batı için bu yeterli değildi. Aslında, kimin ne giyip nasıl yaşadığının hiçbir önemi yoktu. Onlar için, çıkarları önemliydi. Nitekim Suudî dostlarının kıyafeti, onları hiç rahatsız etmiyordu. Kaddafi 2007 yılında Paris'in göbeğine "Bedevi Çadırı" kurmuştu ama medenî Avrupa hiç rahatsız olmamıştı.
TÜRKİYE'Yİ BATI'YA NASIL "UYDU" YAPTILAR?
Yani Cumhuriyet'in ilk 10 yılını feda ettiğimiz "inkılaplar", Ocak 1919'da Londra'da; "Türkleri ne yapalım" gündemiyle toplanan Şark Komisyonu'nun, "Bütün değerlerini ellerinden alalım" şeklindeki "1. Bölüm"e giriyordu! Oysa onların nihaî hedefi, "Kendimize 'uydu' yapalım" şeklindeki "2. Bölüm"de gizliydi!7
Uçak ve silah üreten bir Türkiye'yi nasıl "uydu" yapacaklardı?
-Daha 1925'te uçak yapan Vecihi Hürkuş'un uçuşu yasaklanmasaydı,
-1938'de "A Sınıfı" bir uçak filosu kuran Nuri Demirağ'ın ocağına incir ağacı dikilmeseydi,
- Şakir Zümre'nin denizaltı ve uçak bombaları yapan fabrikası, soba imalatına çevrilmeseydi,
-Ordumuzun mühimmat ihtiyacını karşıladığı gibi, Arap ülkelerine uygulanan Siyonist ambargoyu da delen Nuri Killigil, fabrikasıyla birlikte havaya uçurulmasaydı, Türkiye bugün harp ve uçak sanayiinde Avrupa ve Amerika ile boy ölçüşecekti.
Hayati çıkarları bulunan bu bölgede, kendilerine bağımlı olmayan bir Türkiye'ye nasıl söz geçireceklerdi? 1964 yılında, Kıbrıs'taki kardeşlerimizi Rum vahşetinden kurtarmaya kalktığımızda, nasıl "Hoop, bizim silahımızı Rum kardeşlerimize karşı kullanamazsın" diyeceklerdi? Birkaç aldatılmış çapulcuyla kurdukları kıytırık bir örgütü; nasıl 40 yıl başımıza bela edeceklerdi?
HAYALET UÇAĞI BİLE BİZDEN ÇALDILAR!
Hatta "Hayalet Uçak" üretmeyi başaran Etimesgut Uçak Fabrikası'nı, traktör fabrikasına dönüştürmeselerdi, bu modelden kopya çekerek meşhur "B-2 Spirit"i nasıl üreteceklerdi?
Zira bu muhteşem fabrikayı kapattırıp, bize verdikleri T-33 Jet eğitim uçaklarını üreten Lockheed firması yoluna devam etmiş ve bugün bizi hizaya getirmek için kullandıkları F-35'i üretmişti.
Devlet, Batı'nın küllerinden doğduğu en kritik yılları heba etmeseydi, hiç değilse cesur teşebbüsleri bari katletmeseydi; bugün Türkiye'nin kaç tane "Lockheed"i, "Boeing"i olurdu?
Hatta yıllar sonra, "nereden dönersek kârdır" diyen "Bayraktar" gibi yeni Vecihi Hürkuşlar; Nuri Demirağlar da, yine devletin genlerindeki "müstemleke zihniyet" tarafından yıllarca engellemeseydi, şimdi daha nice "Kızılelma"lara ulaşacaktık!
Anladınız mı şimdi?
27 Ağustos 1925 günü başımıza geçirilen o "şems siperli serpuş"la, aslında güneşi değil gözlerimizi kapatmışlar!
Dipnotlar:
1- Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. II, s. 207-221.
2- Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Ankara 1997, s. 130-132.
3- FO 371/10863/E7918 Lindsay (Constantiniple) to FO, 15 December, 1925; Darbeden Beter Vesayetler, s. 121-125.
4- Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 392.
5- Murat Sertoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor, Derin Tarih Kültür Yayınları, İstanbul 2016, s. 76, 77.
6- M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1940, s. 149.
7- Taha Akyol, Curzon Raporu: Türkler Orta Asya'ya, Milliyet, 2 Ağustos 1998.