Yasin Aktay / Yeni Şafak
Türkiye’nin 20 yıllık çabasına sallanan bıçak
İsmail Kuveyt’te doğmuş, burada ilk eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye’de Sakarya Üniversitesi Sosyoloji bölümünü okumuş ve tekrar Kuveyt’e dönmüş Suriyeli bir genç girişimci. Türkiye’de okuduğu yıllarda mükemmel Türkçe öğrenmiş tam bir Türkiye sevdalısı. Kuveyt’e döndükten sonra kariyer planını Türkiye’ye de hizmet edebileceği bir alanda çalışacağı şekilde belirlemiş. Bunun için en iyi yapacağı şeyin Türklerle Araplar arasında sağlıklı ve sağlam bir şekilde işleyen iletişim köprüleri oluşturmak olduğuna karar vermiş ve Arap dünyasında bugün büyük bir ihtiyaç olduğunu düşündüğü bir Türkçe kursu açmış.
Kuveyt’te aslında Türkiye’nin Yunus Emre Enstitüsü bu alanda oluşmuş talebi karşılamak, talebi daha da geliştirip onu da karşılamak üzere çalışmalar yapıyor. Ama İsmail bunu bir özel sektör girişimi olarak oldukça yeni eğitim yöntemlerini de uygulayarak yapmak istemiş ve önce mütevazi bir düzeyde kursuna başlamış. Gelen talepler kısa sürede işi daha fazla büyütmeye zorlamış ve bugün sadece Kuveyt’e değil, bütün Körfez ülkelerine hitap eden yüz yüze ve online eğitimin beraber verildiği güçlü bir kuruluşa dönüşmüş kursu. Birkaç yıllık süre içinde 5 bine yakın öğrenci değişik kurlarda bu kurstan faydalanmış.
Ağırlıklı olarak Kuveyt doğumlu Suriyeli gençlerin yönettiği ve hizmet verdiği bu kuruluş kuşkusuz Arap dünyasında şu anda Türkiye’nin ekonomisine, kültürüne, etkinliğine şu veya bu düzeyde katkıda bulunan Suriyeliler için sadece bir örnek. Bunun gibi farklı düzeylerde Türkiye’deki Suriyeliler ile de bir şekilde irtibatlı olarak Türkiye için ciddi katma değer üreten Suriyelilerin örnekleri saymakla bitmez. İsmail kursunun bir aşamasında Türkiye’den gelen, alanlarında uzman insanlarla öğrencilerini buluşturuyor, onlarla Türkçe konuşma seansları düzenliyor. Daha önce Türkiye’den de birçok kişi katılmış, en son Türkiye Büyükelçisi Tuba Nur Sönmez de katılmış ve güzel bir teatide bulunmuş öğrencilerle.
Bu seanslar sayesinde kurs rutinleri aşarak sadece Türkçenin grameri veya dilsel boyutuyla sınırlı kalmıyor, canlı bir şekilde Türkçe ile buluşmanın ilk tecrübelerini yaşatıyor. Eşimle, Sakarya Üniversitesinden Doç. Dr. Aydın Aktay ve eşiyle kurs ortamında Türkçe öğrenmeye oldukça istekli, heyecanlı farklı yaş gruplarından ve meslekten insanlarla Türkiye, Türkçe ve bunlar üzerinden farklı konulara dair sohbetin rahatlığı ve güzelliği bir başkaydı. Kursun müdavimleri oldukça seçkin, Türkiye’de yatırımları olan, bağlarını daha köklü bir biçimde geliştirmeye çalışan insanlardan oluşuyor. Birçoğu da Türkiye’nin televizyon dizileriyle inanılması zor düzeyde ilgili. Bütün drama veya tarihi dizileri tek kalemde sayıyor çoğu. Amerikan veya Avrupa dramasındansa Türkiye’nin drama dizileri daha cazip geliyorsa da tarih dizileri özellikle Türk-İslam tarihine dair ilgiyi bir hayli artırmakla kalmamış Osmanlı-Selçuklu ile ciddi bir özdeşlik kurmayı da sağlamış durumda.
Osmanlı-Türk tarihine dair uyanan bu ciddi ilgi daha üst düzey akademik çalışmalara da ilgileri artırmış. Kuveyt Üniversitesi Tarih bölümünden Prof. Dr. Faysal el-Kenderi’nin Osmanlı tarihi üzerine verdiği yaz derslerine bile önemli bir katılım var. El-Kenderi’nin daveti üzerine dersine de katılarak öğrencilerine Osmanlı tarihi üzerine bir konuşma yapma fırsatı bulduk.
Türkiye’nin bütün Arap ülkelerinde yaklaşık 20 yıldır gergef gergef işlediği çok güçlü bir algısı var. Bu algı bir sevgiye, bir saygıya giderek kendiyle bir özdeşleşmeye kadar götürmüş. Kolay kolay başka hiçbir ülkenin, başka hiçbir milletin yapamayacağı bir şeydir bu. Bunun eskiden beri öyle olduğunu kimse sanmasın. 20 yıl önce Arap ülkelerinde Türkiye’nin algısı bu değildi. Bilakis tarihte ne kadar kötü olay varsa onun hatırlandığı, günümüzde ise Batıya yaklaşmış İslam dünyasından uzaklaşmış bir Türkiye algısı geçerliydi. Oysa 20 yılda Erdoğan’ın ortaya koyduğu liderlik, ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınması, Batı ile olan ilişkilerde kendi kimliğini hatırlayan asaleti, bilhassa Erdoğan’ın Davos çıkışı, ardından Filistin davasına sahip çıkan, İsrail’e ve yeri geldiğinde ABD’ye meydan okuyan duruşu, Arap Baharı sürecinde halkların yanındaki konumlanışı ve tabii ki Suriye’den, Mısır, Yemen, Irak ve Libya’dan canını kurtarmak üzere kaçıp gelen insanlara kapılarını açmış ve onlara merhametle yaklaşımı Türkiye hakkında bilhassa halklar nezdinde çok güçlü, muteber ve gönülden bağlar oluşturdu.
Bazı cahillerin göremediği şey şu: Suriyeliler veya sığınmacılar Türkiye’ye gelirken sadece sorunlarını, dertlerini, külfetlerini getirmediler. Türkiye’nin onlara karşı sergilediği insani tavır dolayısıyla bütün Arap halklarının, hatta bazı ülkelerin takdirini, desteğini ve algısını da getirdiler. Bu sayede Türkiye bütün Arap halkları nezdinde her durumda en çok desteklenecek, ticaret yapılacak, yatırım yapılacak, turistik destinasyonda tercih edilecek bir ülke haline gelmiş oldu. Irkçıların göremediği şey diyeceğim ama bunu görmüyor olmaları mümkün değil. Irkçıları bu konuda ikna edecek bir şey olmadığını biliyorum. Onlar her durumda Arap’tan nefret ediyorlar, çünkü İslam’dan nefret ediyorlar. Ondan gelecek parayı da, turizmi de, her türlü faydayı da belki gereksiz görüyorlar. İyi de onların gereksiz gördüğü şeyi herkesin gereksiz görme mecburiyeti mi olacak? Onların bu despotça ve hayvanca tutumlarının faturasını bütün milletin ödemesi mi gerekiyor?
Yeri gelmişken söyleyelim, onlarınki aslında bir ırkçılık da değil. Neticede burada ortaya çıkan şey Türkiye’nin yirmi yıllık büyük yatırımına, bedeli yüz milyarlarca dolarla ödenemeyecek büyük bir darbe. Bir geri zekalının elinde salladığı bıçağın Arap medyasındaki görüntüleri yıllardır Türkiye adına işleyen son derece işlevsel kamu diplomasisinin tamamının çöpe atmak üzere birileri tarafından bir fırsat olarak kullanılmıştır.
Türkiye tarafında Araplara karşı işlenen düşmanlık kadar Araplar arasında da Türkiye’ye karşı düşmanlık için fırsat kollayan çevreler vardır. O yüzden Arap ırkçıları ile Türk ırkçıları aynı amaca hizmet ediyorlar. Gerçekten ırkçılıklarında bile samimi olsalar birbirlerinin hamlelerini boşa çıkaracak işler yaparlar. Ama yaptıklarıyla her ikisi birbirlerine hizmet ediyor, adeta bir dayanışma içinde, sonuçta kendi ırklarına değil, aynı efendiye, İsrail’e bir yarar üretecek işler yapıyorlar.
Arap ırkçılığı Arap’ın zehri olduğu gibi Türk ırkçılığı da Türk’ün zehridir.