Özgür-Der'in "Ortadoğu'da Ne-Neden Oldu?" üst başlığıyla düzenlediği aylık panellerin dördüncüsü olan "Türkiye’nin Ortadoğu’daki İntifadasına İlişkin Konumu ve Politikaları” konulu program Mehmet Ali Aslan, Hülya Şekerci ve Güney Uzun’un sunumuyla gerçekleştirildi.
Panelde ilk sözü Mehmet Ali Aslan aldı. Türkiye’nin Ortadoğu İntifadasına ilişkin bugünkü siyasetini doğru bir şekilde anlayabilmek için kuruluşundan bu yana Cumhuriyet Türkiye’sinin dış politikasına bakmak gerektiğini belirten Aslan, nereden nereye gelindiğine dikkat çekerek konuşmasına başladı. Aslan, Türkiye’nin, kuruluşundan bu yana yüzünü Batı’ya döndüğünü ve Batıcı bir siyaset izlediğini belirtti. Bölge ülkeleriyle ilişkilerinde Batılı ülkelerin güvenini kazanmaya dönük işbirlikçi siyaset güden TC, uluslararası siyasette Batı’nın taleplerinin yanında konumlandığı için bölge ülkeleri tarafından “Batı’nın ileri karakolu” olarak addedilmiştir.
İsrail’i ilk tanıyan -halkı Müslüman- ülke olması, Cezayir bağımsızlık hareketine karşı sömürgeci Fransa’nın yanında konumlanması, NATO mensubiyetinin kendisini iyice Batı’da görmesine sebep olması ve bölge ülkelerini tehdit olarak algılayıp halklarını küçümsemesinin kendisine yönelik güveni iyice zedelediğini belirten Aslan, 90’lı yıllarda İsrail’le stratejik işbirliğinin artmasının da Ortadoğu’da tepkiyle karşılandığını ifade etti.
Batılı kurumlara girme konusundaki cevvaliyetini bölge ülkeleriyle ilişkilerde göstermeyen Türkiye’nin edilgen, pasif, teslimiyetçi bir dış politika ile bölgesine yabancılaştığını vurgulayan Aslan, AK Parti Hükümetiyle birlikte son 10 yılda aktif bir siyaset içine girdiğini söyledi. “Komşularla sıfır sorun” şeklinde ifade edilen siyaset ile bölge ülkeleri arasında soğuk ilişkilerini tamir eden AK Parti, bölgesel ve hatta küresel bir güç olma hedefiyle bölgede ara bulucu, sorun çözücü ve tarihsel mirasıyla barışık bir misyon üstlenerek komşu ülkelerle sıcak ilişkiler kurmuştur.
Bu vasatta AB sürecinden uzaklaşma, Ortadoğu bataklığına saplanma, Araplara yanaşmak adına İsrail’i küstürme gibi Batıcı ve kimi liberal çevrelerden tepki alan AK Parti Hükümeti Kemalist, sosyalist ve hatta kendine İslamcı diyen kimi çevreler tarafından da ABD taşeronluğuyla suçlanarak bölgede ABD’nin istediği bir projeyi hayata geçirmekle itham edilmiştir.
AK Parti’nin Batı’yla ilişkilerini koparmadan bölge ülkelerine yöneldiğini belirten Aslan, Filistin sorununda İsrail karşıtı siyasetinin “komşularla sıfır sorun” politikasıyla birlikte Ortadoğu’da Türkiye algısı konusunda ciddi bir değişimi getirdiğini ifade etti.
Son iki yılda da Hükümetin, Ortadoğu İntifadasına yönelik müdahil ve halkların yanında olan tavrıyla Arap-İslam dünyasıyla yoğun bir etkileşimin yaşandığını belirten Aslan, kısaca halk ayaklanmalarının başladığı bölgelere yönelik yaklaşımına değindi. Reel politikçi yaklaşımla değer merkezli siyaseti harmanlayan Hükümetin, katliamların şiddetinin artmasıyla -eksiklerine rağmen- bölgede daha net ve insani tutumlar aldığını söyleyen Aslan, belirsiz bir geleceğe rağmen içeride yoğun bir muhalefetin oluşmasına, ekonomik açıdan yaşanan kayba, ayaklanmaların başladığı ülkelerin rejimlerinin yanı sıra o rejimlere dost olan ülkelerle ilişkilerinin de gerginleşmesine neden olan politikalarının olumluluğuna dikkat çekti. Katliamların başlamasıyla rejimlerle iyi ilişkilerini donduran ve yoğunlaşmasıyla da açıkça tavır alan Hükümetin, bu tavrıyla bir taşeronluk ya da küresel sistemin amaçlarının gerçekleşmesine yönelik bir rol oynamaktan ziyade kendi dinamiklerine yaslanan özgün bir siyaset kanısında olduğunu ifade etti. Bu konuda İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda BM Güvenlik Konseyinde ABD’ye rağmen İran lehinde oy kullanmasını ve Füze Kalkanı tartışmalarında İran’ın “düşman ülke” diye kayıtlara geçmesini engellemesini de örnek gösterdikten sonra konuşmasına son verdi.
İkinci konuşmacı Güney Uzun , Özgür-Der Suriye olaylarının başında Başbakana açık mektup şeklinde bir bildiri yayınlamıştı. Bu mektupta Başbakana, Suriye’deki şiddet karşısında duyarlı olmaya davet ediliyordu. Suriye ile o zaman var olan iyi ilişkiler kullanarak şiddetin durdurulması için sorumluluk alması isteniyordu. Esad rejiminin şiddete devam etmesi durumunda ise her türlü ilişkinin askıya alınması talep ediliyordu. 2011 Ağustos ayına kadar Suriye ile ilişkiler devam etti. Şuan gelinen nokta bizim Suriye ile ilişkilerin kesilmesi isteğimize denk düşüyor. Dış politikada güç odaklarının ardışığı siyaset yapmaktan beri olarak, ümmet bilinci ile Müslümanların genel maslahatı için doğru bulduğumuz adımları kim atıyorsa desteklemenin muhalif kimliğimizi zedelemediğini düşündüğünü belirtti.
Uzun, Türkiye’yi Ortadoğu’da aktif bir rol almaya sevk eden sebeplerden birisi 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında gelişen İslamifobi, Batının Müslümanları ötekileştiren bakışı tersten Müslümanları ortak bir potada birleşmeye yönelik düşüncelerin oluşmasına yol açtı. Yine Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesiyle birlikte dış politikada söz sahibi, karar alıcı, kendi politikalarını uygulama fırsatı bulan bir ortamın oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu konuda 28 Şubat sürecinde Refah Partisi’nin dış politikası MGK tarafından bir tehdit olarak görüldü. Bir başka sebep ise 2000’lı yıllarda hızlı ilerleyen AB sürecinin AKP iktidarına denk gelen süreçte özellikle Fransa ve Almanya’da ki iktidar değişiklikleri ile birlikte hızını kaybetti. Bu ülkelerin Türkiye’yi dışlayan yaklaşımları Türkiye’nin faklı işbirlikleri ve arayışlara itti. Bu bağlamda bir koz, kendi değerini yeniden hatırlatma bağlamında da algılanabilecek şekilde yüzünü doğuya dönme olarak bir strateji geliştirdiğini ifade ettikten sonra Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeni politika kavramları şunlardır:
1) Medeniyetlerin Ben İdraki kavramı Günümüz AKP politikaları anlamak için Davutoğlu’nun “Medeniyetlerin Ben İdraki” isimli makalesine bakmak gerekir. Bu kavramın yeni dış politikanın en temel kavramı olduğu ifade edilmektedir. Bir medeniyetin kurulmasında, yükselmesinde ve diğer medeniyetlerin saldırıları karşısında direnmesinde temel etmen ben idrakidir. Davutoğlu’na göre ben idrakinin oluşmasına neden olan nihai etken bir bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan dünya görüşüdür. Ben idraki bir kimlik meselesi değildir. Kimlik dış bir otorite tarafından tanımlanan, verilen bir şeyken, ben idraki dış bir güç tarafından tanımlanamayan özneye esas olan bir durumdur.
2) Stratejik Derinlik, Türkiye’nin sahip olduğu jeo-politik, ekonomik konum ve uluslararası sistemin dönüşümü açısından önemli olmasıdır. Bu unsurları göz önüne alan Davutoğlu’na göre Türkiye hem bölgesel hem de küresel olarak merkezdedir. Çünkü hem coğrafi olarak dünya ana kıtasının merkezi, hem de tarihi olarak insanlık tarihinin ana damarlarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Bu yüzden Türkiye uluslararası ilişkilerde statik, tek boyutlu, tek parametreleri bir dış politika yürütmemelidir.
3) Vizyon odaklılık, uluslar arası krizlerde Türkiye’nin yıllarca uyguladığı “bekle-gör” siyasetinin tersine bölgesel ve küresel sorunlarda aktif bir rol alarak, süreci takip eden, çözüm konusunda etkin faaliyet yürüten bir misyon ön görülmüştür. Bunun nedeni Türkiye’nin kendi bölgesinden ortaya çıkan sorunların çözümünden sonra ortaya çıkan tabloya göre politika geliştirmenin yanlışlığıdır. Bunun yerine krize doğrudan ve en başından müdahale etmek gerekmektedir.
4) Güvenlik - Özgürlük Dengesi, Türkiye’nin güvenliğinin özgürlüklerin hem içerde hem de dışarıda genişletilmesi ile mümkün olabileceğini ileri süren bir dış politika prensibidir. Ortadoğu’ya yönelik Türk dış politikasının temel ilkesi olarak kurgulanan bu anlayış bölge ülkelerine demokratikleşmenin teşvik edilmesi ve desteklenmesi şeklinde ortaya çıkmıştır.
5) Proaktif Diplomasi, Türkiye’nin yakın çevresinde yaşanan her türlü kriz çözümünde ve diğer ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesinde önde ve aktif olmasını amaçlayan diplomasi biçimidir. Irak’ta Sunni ve Şii gruplarla diyaloglar, Hamas ve FKÖ yakınlaşması, Lübnan da siyasi krizde rol oynama girişimleri bu bağlamda değerlendirilebilir.
6) Düzen Kurucu Aktör kavramı, Türkiye’nin devletlerarası ilişkiler ve uluslararası örgütlerde aktif bir şekilde rol almasını öngören bir rol-kimlik tanımlamasıdır. Türkiye’nin kurulmaya çalışılan yeni uluslararası düzenin şekillenmesinde güçlü bir aktör olarak yer alması gerektiğini ileri sürmektedir. Türkiye’nin hem BM Güvenlik Konseyine geçici üye olması ve burada aktif rol alması (İran’a ambargo kararında hayır oyu kullanması gibi) hem de Güvenlik Konseyinin yapısını tartışmaya açması örnek olarak verilebilir.
Peki, Türkiye dış politikası her zaman Amerikan çıkarları doğrultusunda mı şekillenmiştir? Bunun böyle olmadığını üç örnekle yeniden hatırlatmak isterim.
Uzun, Birincisi, 1962 yılında Küba Füze Krizinde Türkiye de konuşlandırılan Jüpiter füzelerin ABD tarafından tek taraflı ve Türkiye’ye bildirilmeden sökülmesi kararının alınması, bunun kabul ettirilmesi müttefik olarak ABD ye olan güven konusunda soru işaretleri oluşturmuştur. İkincisi, 1964 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahaleye hazırlanırken dönemin ABD Başkanı Johnson tarafından kaleme alınan mektuptur. Johnson Mektubu, tek taraflı ve ABD ye endeksli bir dış politikanın ne kadar zararlı olabileceğini gösteren önemli bir dönüm noktası olmuştur. Üçüncü örnek olarak, Türk-ABD çıkarlarının çeliştiği afyon-haşhaş krizidir. 1969 yılında ABD Başkanı Nixon, uyuşturucuya karşı savaş açtı. Ülkesine gelen uyuşturucunun büyük kısmının Türkiye üzerinden geldiği yaygın olarak işlemeye başladı. Akabinde de, ABD resmi olarak afyon ekiminin yasaklanmasını istedi. Ancak dönemin iktidarları afyon ekiminin ekonomik olarak çiftçiyi zarara sokacağını belirterek karşı çıkmıştır.” diyerek sözlerine son verdi.
Son konuşmacı Hülya Şekerci konuşmasında: “ Ak Parti’nin dış politikalarının iç siyasete yansımalarından örnek vererek açıklamak gerekirse, 1 Mart 2003 tezkeresinde Ak parti, Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Irak topraklarına kuzeyden girme imkânını veren tezkereyi meclise getirdiğinde biz bu tezkerenin karşısında durmuştuk. Fakat Ak Parti’nin bugün Suriye konusunda izlediği politika insanı olarak desteklenmesi gereken bir tavırdır. Aslında burada basit bir denklemle karşı karşıyayız. Buda iktidarın doğruları karşısında arkasında durmak, yanlışları karşısında ise tavır almak bizim en temel görevlerimizdendir. Bunun en güzel örneği bugün gerçekleştirmiş olduğumuz yasakçı MEB yönetmeliğine karşı İslami kimliğimiz ve tavrımızla muhalefetimizi belirtmemiz gerektiğine inanıyorum, dedi.
Şekerci, Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sürdürülen dış politikalar ve Kemalizm öğretileri Arap toplumu ile Türk toplumu arasında kuşaklar boyunca devam eden bir nefret tohumları ekmiştir. Bu nefret tohumları maalesef geleneksel Müslümanlara da sirayet etmiştir. Bu bakış açısı Türk dış politikalarına da yansımıştır. Türkiye Cumhuriyeti dış politikası Ak parti iktidarının ilk yıllarında da aynı seyretmiştir. Ergenekon ve Balyoz davalarından önce başörtüsü ile ilgili yasal düzenlemeden dolayı kapatılmak istenen bir iktidar partisiyken, dava süreciyle birlikte bu ortamdan uzaklaşmış ve partinin kendine güveni gelmiş ve dış politikada da bu etkilerden kurtularak belirleyici olmaya başladığını ifade etti.
Şekerci, Türkiye’nin Ortadoğu İntifadalarıyla ilgili gelişen süreçte zikzaklar çizdiği gözlemlenmektedir. Bunu Türkiye’nin Libya politikasında yaşadık. Libya’da başta Nato müdahalesine karşı çıkan bir politika izlerken, Kaddafi’nin büyük bir katliam yapacağından ve başka bir alternatif güç olmadığından dolayı katliam karşısında Nato müdahalesini şartlı olarak kabul ettiğini görüyoruz. Fakat Suriye konusunda hükümetin tavrı insani değerler üzerinden olmuş ve rejime karşı halkı destekleyerek rejimin devrilmemesi halinde bir riski göze almıştır. Bizlerin de istediği gibi İsrail ile ilişkiler en kötü dönemlerini bu iktidar döneminde yaşamıştır. Mavi Marmara’nın ardından İsrail ilişkilerinin düzelmesi için Gazze’deki ablukanın kaldırılmasını şart koşmak aslında İsrail ile ilişkilerin hiç düzelmemesini istemenin farklı bir yoludur. Hükümetin bu tavrı ve koştuğu şart bizimde desteklememiz gereken bir tavırdır. Bu tavrı desteklemenin Ak Particilik olduğunu düşünmüyorum aksine Gazze ablukasının kaldırılması şartı Müslümanlarında gerçekleşmesini istediği bir gerçektir. Bu konuda isteklerimiz örtüşmesi, aynı düşünmemizin altında bir şey aramamak gerektiğini belirtti.
Şekerci, Bugün yaşanan süreci Ak Parti karşıtlığı üzerinden tanımlayarak iktidarın Suriye politikalarını eleştirenler, acaba Ak Parti Suriye’de Baas rejimini destekleseydi bugün bu eleştiriyi getirenlerin Suriye konusundaki tutumundan vazgeçeceklerini zannediyorum, dedikten sonra sözlerine son verdi.
Panel katılımcılardan gelen soru ve katkılarla son buldu.
Haber: Kürşar Okur