Türkiye’nin Merkez Bankası rezervlerinden daha mühim sorunu: Beyin göçü

“Bugün her şey değişse bile kayıpların telafisi, insan kaybının yerinin dolması merkez bankası rezervlerinin eski halini almasından çok daha uzun süre gerektirecek.”

Osman Sert, ekonomik kriz ile kötü yönetim arasındaki ilişki bağlamında beyin göçünü analiz ettiği yazısında “Bugün her şey değişse bile kayıpların telafisi, insan kaybının yerinin dolması merkez bankası rezervlerinin eski halini almasından çok daha uzun süre gerektirecek.” diyor.

Osman Sert’in Karar’da yayımlanan ve tartışmalı tespitler içermekle birlikte genel olarak kayda değer hususlara temas ettiğini düşündüğümüz yazısını (9 Aralık 2021) aşağıda ilginize sunuyoruz:

Gidenler geri gelir mi?

Türkiye ekonomik krizin zorlaması ile ciddi bir beyin göçü yaşıyor. KARAR’ın Gülcan Aslan imzalı dünkü ‘Doktor Göçü’ manşeti aslında doktorlar üzerinden çok daha büyük bir probleme ışık tutuyordu. Haberi detaylı okuduğunuzda meselenin sadece para olmadığını, bir doktorun ifadesi ile insanların kendilerini ‘değersiz’ hissetmelerinin de gitmelerinde rol oynadığını görüyorsunuz. Bu tek kelimelik ağır yük ise sadece maaşla düzeltilemeyecek dev bir soruna işaret ediyor.

Bürokratı, iş insanını, gazeteciyi, sanatçıyı, meydanda haksızlığı protesto eden vatandaşı, milletvekilini, belediye başkanını, bakanları velhasıl insan unsurunu ‘değersiz’ gören, kendini merkeze koyan, çevresinde de ne eş ne de yakın değerde başka kimseyi tanımayan bir psikoloji bugün devlet yönetimine hâkim olmuş durumda.

Doktorların gidiyor olması, ya da gidenler içinde öne çıkması belki de en kolay onların gidebiliyor olmasından kaynaklanıyor. Öğrenciler bile üniversite tercihini yaparken yurtdışına daha çabuk kapağı atacakları alanları seçiyor.

“Giden gitsin, vatanlarını sevmiyorlar” kibri hiçbir şeyi çözmüyor. “Ne halleri varsa görsünler” diyenler kendi çocuklarının daha iyi bir ülkede yaşama ihtimalini de kovduklarının ne kadar farkındalar acaba?

Türkiye ilk kez benzer bir yetişmiş insan kaybı ile karşılaşmıyor. Bunun yakın tarihte ilk ağır örneğini Balkan Savaşları’ndan İstiklal Harbi’nin sonuna kadar olan dönemde yaşadık. Ağır savaşlarda yetişmiş insan gücü bir yerlere gitmedi ama büyük bir kesim savaşlarda şehit oldu. 1915’te Galatasaray Lisesi’nin, Konya ve Kayseri liselerinin hiç mezun vermediğini hatırlasak yeter. Tıp fakültelerinden liselere kadar binlerce öğrenci o savaşlarda kaybedildi. Çanakkale savaşı biraz da bu yüzden subaylar savaşı sayılır.

Sonraki kuraklaşma özellikle İstanbul’dan gayr-i Müslimlerin ayrılmasını getiren mübadele ile oldu. İki milyona yakın insan Türkiye’den Yunanistan’a ya da Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Çoğunluk gidenlerdeydi. Bu rakamı ülke nüfusunun 10 milyonun biraz üzerinde olduğunu unutmadan düşünmek gerek.

İstanbul’da ve Anadolu’nun bir çok şehrinde bundan iki yüzyıl önceki estetik anlayışı ve mimari ile şimdiki beton yığınları arasındaki farkın ardında hem İstiklal Harbi hem de mübadele ile yaşanan kaybın büyük rolü var.

6-7 Eylül olayları, varlık vergisi derken başka bir insan, sermaye ve estetik kaynağı da bu dönemde yitirildi. 12 Eylül’de darbe ve içe kapanma, siyasi yasaklar yine sanatçılardan düşünce insanlarına kadar başka bir birikimin sınır dışına çıkmasını getirdi. Hepsi değilse de bir kısmının geri gelmesi ancak Özallı yılların atmosferinde mümkün oldu.

Bunların tersi olmadı mı elbette oldu. Balkanlardan yaşanan göç bir yanda büyük bir insani dramı getirdi diğer yanda ise farklı bir aşı yaptı topluma. Bir dönemin muhacirleri bugünün Türkiye’sinin inşasında büyük rol oynadılar. Dün göçüp gelenlerin bir kısmı bugün göçmek zorunda kalıp Anadolu’yu mesken tutanlara yukardan baksa da şimdiki muhacirler de yarının Türkiye’sinde rol oynayacak.

Tarihsel bağlamın, sebeplerin, aktörlerin yaptıklarının ötesinde her insan göçüyle birlikte refah, kültür ve estetik anlamında tüm toplum olarak geleceğimizden de bir şeyler kaybettik. Eski ile köprüleri atan eğitim sistemi de bu kayıpların yerini doldurmaya yetmedi.

Vizontele’de belediye başkanını oynayan Altan Erkekli o dağ yamacına sıkışmış şehrinde insanı çarpan bir ifade kullanıyordu: “İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan... Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya’nın en güzel yeridir. Ama Dünya’nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya’nın en güzel yeri değildir...”

İnsanlar başka çareleri olmadıklarından değil sevmek için onlarca sebeplerinin olduğu bir ülkede yaşıyorlardı. Hatta gitme şansı olanlar bile kalmayı tercih ediyor, gidenler dönüyordu. Bu ülke bırakılıp gidilecek değil, dünyanın birçok yeri gezilse bile ‘memleket başka’ dedirtirdi. Hala da öyle. Ama insanları ‘değersiz’ hissettiren, her şeyi kendi varlığı ile tanımlayan, “Türkiye eşittir biz” mantığı ile çevresine yaklaşan bir yönetim hem kendi kitlesini hem de tüm ülkeyi daha dar bir geleceğe hapsetmiş durumda.

Memleket sevgisini tersine çevirenlerin sebep olduğu içe kapalı ve daha az renkli, daha kuru, daha tek düze, daha az gelişmiş bir ülkede yaşama kaderi ise özellikle kalanları bekliyor. Bugün her şey değişse bile kayıpların telafisi, insan kaybının yerinin dolması merkez bankası rezervlerinin eski halini almasından çok daha uzun süre gerektirecek.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!