Türkiye'nin İsrail politikasında bir değişiklik olduğu gözleniyor. Bunun "temel-stratejik bir değişiklik" mi, yoksa bir "taktik" mi olduğu sorulmaya değer. İki ihtimal söz konusu: Değişiklik ya geleneksel stratejiye bağlı kalınarak yapılıyor ki, bunun anlamı Türkiye'nin İsrail'in bölgedeki en iyi müttefiki ve koruyucusu pozisyonudur veya sahiden artık İsrail ve Türkiye bölgede iki farklı -hatta karşıt- tutum ve vizyonu temsil ediyorlar.
Bazılarına göre değişiklik "stratejik" değil, taktikler seviyesindedir. Her iki ülke arasındaki askerî ve stratejik ilişkiler en üst seviyede devam ediyor. Eğitim uçuşları konusunda sorunlar çıkmışsa bile, çok daha temel bir konuda, mesela Ekim 2008'de Arap Birliği ülkelerinin UAEK genel kuruluna sundukları, 'İsrail'in nükleer yetenekleri' başlıklı karar tasarısının, üzerinde oylama yapılmasını öngören oylamada, katılımcı ülkelerden 46'sı evet derken, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 7 ülke çekimser oy kullanınca gündemden çıkarıldı. Bu stratejik bir tutumdu.
Davos'taki çıkıştan sonra çok şeyler değişti. Bölge Türkiye'nin nazım rol oynayacağı bir alan olarak düşünülmüşse, İsrail faktörü bütün ağırlığıyla öne çıkar. Bu faktörün önümüzde orta vadedeki muhtemel gelişmeleri olumsuz yönde etkilememesi için, öncelikle Arap kamuoyu ile İran arasındaki bağın koparılması gerekir. Davos çıkışı, İsrail'e karşı duyulan bölgesel düzeydeki öfkenin ifade edilmesinde rol oynayan İran'ın yanına Türkiye'yi de katmış oldu. Bu, Arap kamuoyu sempatisinin İran'dan Türkiye'ye doğru kaymasını sağladı. Nihayetinde iki ana kutba bölünmüş olan bölgede İran, cepheden ABD'ye karşı retçi tutumu temsil etmektedir. Bölge 1) İran, Suriye, bölgenin Şii yoğunluklu nüfusu, Lübnan-Hizbullah'ı, Hamas ve Sünni kamuoyu; 2) Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün vd. olmak üzere iki kutba bölünmüş bulunmaktadırlar. Türkiye'nin bu kombinezonda Batı ittifakının bir üyesi ülke sıfatıyla bölge ve İsrail'le ilişkileri hayli hassastır. Davos çıkışı, İsrail'e duyulan öfkenin açığa vurulmasında Türkiye'yi en azından İran'ın ortağı kılmış, Arap kamuoyunu Sünni bir ülkeye doğru yönlendirmiştir. Hem İsrail'le en üst düzeyde dostane ilişkilerin olacak hem bölgede nazım rol oynayacaksın, bu inandırıcı olmaz.
Bugün Türkiye'nin Ortadoğu'da yükselen prestijinin iki ana faktöre dayandığını söylemek abartı olmaz: 1 Mart tezkeresinin TBMM'de reddedilmesi ve Davos çıkışı. Ama Türkiye'nin İsrail'e ilişkin bir tutum değişikliğine gitmesinin iç politika ve toplumsal algıyla da yakın ilgisi gözden kaçırılmamalıdır.
Hatırlanacağı üzere Gazze'de İsrail'in giriştiği katliama karşı bütün dünyada öfkenin en çok kabardığı ülkelerden biri Türkiye idi. Söz konusu öfkeyi Çağlayan Meydanı'na 1 milyonun üstünde insanı toplayarak Saadet Partisi açığa çıkarma başarısını gösterince -ki buna Diyarbakır'da Müstaz'af Der'in yaklaşık 300 bin insanı meydana döktüğü gösteriyi de eklemek gerekir- birçok çevrede şafak attı. İsrail-karşıtlığı toplumda politik eksen kaymalara sebebiyet verebileceği gibi, İslami politik hassasiyetlerin artmasına da yol açabilirdi. Davos çıkışı bunu regüle etti
Türkiye'nin İsrail'e ilişkin değişen tutumunun stratejik mi, yoksa taktik mi olduğunu anlamanın bazı ölçütleri var. Mesela 2 Mayıs'ta yapılan KPDS sınavında sorulan bir soru konuyu test edebileceğimiz önemli alanlardan biridir: 65. soruda "İsrail Mayıs 1948'de bağımsızlığını ilan eder etmez beş komşusu tarafından işgal edildi" deniyordu. Muhtemelen bu soruyu hazırlayanlar "yeni politikanın salt bir taktik adım" olduğunu düşünmenin engin güveni içindedirler.
Önümüzde başka bir test alanı var: İsrail, OECD'ye üye olmak istiyor. Müslüman ülkeler ise, bunun gerçekleşmesi halinde Müslüman ülkelere engel çıkaracağından kaygı duyuyorlar, Türkiye'den bunu veto etmesini talep ediyorlar. Bakalım Türkiye İsrail'in üyeliğini veto edecek mi, etmeyecek mi? Bu, İsrail politikasının hangi seviyede değiştiğinin de önemli bir göstergesi olacak.
ZAMAN