Dış politikayı bir tür pusulaya benzettiğim için yazının başlığına "dış politika" değil, "dış pusula" tabirini kullanmayı tercih ettim. Bugün, yakın ve orta vade açısından Türkiye'nin doğru bir pusula takip ettiğini söyleyebilir miyiz? Bu soru hem Türkiye'nin hem İslam dünyasının geleceği açısından sorulması gereken hayati bir sualdir.
Türkiye 1950-1990 yılları arasında güvenli bir nehirde kendini akıntıya kaptırmış olarak kürek çekiyordu. NATO'nun güneydoğu kanadını oluşturan bir ülke olarak Sovyet tehdidine karşı Avrupa'nın güvenliğini ve genel olarak Batı'nın çıkarlarını koruyordu. 1990-2001 yılları arasında dış politikada bazı tereddütler başladı: Şu istifham akla geldi: "Ben eski yerimde durabilecek miyim?" Hatırlarsanız, Saddam bize açıkça "Artık Batı'nın işine yaramıyorsunuz" demişti. 2002'den başlamak üzere "Batı eksenli-çok boyutlu dış politika" dönemi başladı. Parametreler şöyle tespit edilmiş bulunuyor: Batı'dan ayrılmadan komşularla sıfır ihtilaf; bölgesel bütün aktörlerle (yakın ve uzak komşular) karşılıklı diyalog ve işbirliği. Çok boyutluluk, sabit eksen-oynak merkez rol gerektirir.
Çok kutuplu ve hiç dengeli dönemin kapanıp, yeni kutupların kendi eksenlerini oluşturmaya başladığı yeni dünyada Türkiye, bu pusulayı takip ederek nereye gidecek? İster barışçıl ister kanlı çatışmalar sonucu olsun, orta gelecekte ABD tek başına bütün dünyaya hükmedemeyecek, ama eksenlerden bir eksen, belki de bir 30 sene daha güçlü bir eksen olmaya devam edecek. AB, Rusya, Çin, Hindistan diğer eksenlerdir. Birkaç iri kayanın stabilize edeceği uluslararası yeni zeminde İslam dünyası da kendi içinde bir eksen oluşturma sürecine girme yoluna girecek. Bu, yine ya barışçıl yollarla veya kanlı çatışmalarla olacak. Barışçıl yollarla olması bizim arzumuz ve temennimizdir, ama beklentimiz bu yönde değildir. Enerji kaynakları ve nakil hatlarının kontrolü; Batı'nın İsrail'e verdiği kayıtsız şartsız destek; İslam dünyasına kendi iç dinamikleriyle değişme ve reform yapma fırsatının verilmemesi; İslam'ın Batı tarafından ötekileştirilmesi çatışmaları hızlandıracak, çatışma hızlandıkça İslam dünyası kendi içinde bütünleşme sürecine girme ihtiyacını hissedecektir.
Batı, askerî ve politik tahakkümüne son vermedikçe çatışmalar devam edeceğine göre, böyle bir durumda Türkiye son tercihini kimden yana yapacaktır? Batı hegemonyasından yana mı, nefs-i müdafaa halinde olan İslam dünyasından yana mı? Her zaman 1 Mart tezkeresi öncesi durum vuku bulabilir. 1 Mart tezkeresi iktidarın kuvvetli arzusuna rağmen Meclis'ten geçmedi, ama geçseydi Türk askeri de bugün Irak'ta işgalci duruma düşecekti. Yarın İran saldırıya uğrarsa Türkiye ne yapacak?
Türkiye, İslam ile Batı arasında aracı bir rol oynamaya kalkışabilir. Bu mümkündür. Ama bu ne Türkiye'yi "merkez" yapar ne iki dünyadan birine üye, "aracı-köprü" yapar sadece. Savaşta çatışan kuvvetler, yerlerinde durmaz, köprüyü ele geçirmeye çalışır. Böyle bir durumda Türkiye, kimin eline geçecektir?
"Batı eksenli-çok boyutlu dış politika"nın Batı açısından değeri Türkiye'nin "jeostratejik konumu", Batı'nın İslam dünyasına taşınması ve İslam'ın itirazına karşı "Bakın kamusal hayatın dışına çıkarılmış bir İslam, laiklikle bağdaştırılabilir" telkinine işlevsel bir model oluşturmaktan ibarettir. Bu politikada Türkiye'nin kendinden İslam dünyasına sunduğu bir jeokültürel değerler sistemi yoktur: Savunduğu bütün değerler, dünyada çokça sorgulanan ve artık açıkça Batılı çıkarlar doğrultusunda siyasallaştırılan değerlerden ibarettir.
Dünyanın böyle gitmeyeceği belli. Anlayan anlıyor, anlamayan eski dogmatik uykusunda rüya görmeye devam ediyor. "Hiç denge"nin yerini alacak "çok kutuplu dünya"da Türkiye'yi bekleyen "şaşkın ördek" misali ne İsa'ya ne Musa'ya, başka deyişle ne Batı'ya ne Doğu'ya yar olmadan öylece ortada dönüp dolaşmaktır. Bu pusulanın teorisi üzerinde durmak gerekir.
ZAMAN