Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yaklaşmış olması ve de Türkiye'de hükümetin yeni dış politika açılımları nedeniyle iki tarafta da AB'ye "üyelik" tartışmaları yeniden canlandı. Her seferinde Türkiye için bir tür Avrupa'ya bağlılık ve iman tazelemeye dönüşen bir söyleme karşın Avrupa cenahından gelen şüphe ima eden açıklamalar devam ediyor. Türk tarafı Avrupa Birliği konusunda ne kadar samimi olduğunu tekrarlarken buna entelektüel açılım sunma peşimde. AB'den özellikle Alman-Fransız ekseninden gelen "özel statü"de bir ilişki vurgusunun dozajı gittikçe artıyor.
Tüm bunlara rağmen baştan beri savunduğum, "Türkiye'nin batıya icbar edilişi" ile Avrupa Birliği'nin kuşkulu tavrı nasıl açıklanabilir? Bu sorunun cevabının Osmanlı-Avrupa ilişkileri gözetilmeden verilmesi mümkün değil.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Hans-Gert Pöttering Atina'da yayımlanan Elefterotipia gazetesine verdiği demecinde, 'Avrupa Birliği'nin, Türkiye'nin tam üyeliğine dayanabilecek güçte olmadığını' söylemiş. Bence üzerinde durulması gereken bu açıklamayı doğru anlamak için şu şekilde yeniden sormalı: Türkiye'nin Avrupa'ya tahammül edecek gücü var mı?
Osmanlı tarihi bir yönüyle Avrupa tarihidir. Bu gerçeğin tesbitinden Türkiye'nin Avrupa medeniyet dairesine ait olduğu anlamı çıkmaz. Avrupa'nın kimliğinin inşasında en belirleyici faktör olarak "öteki" işlevi gördü, Avrupa'yı bu anlamda da şekillendirdi. Ancak Osmanlı temsil ettiği medeniyetin değerleriyle anlam kazanan bir aktördü. Avrupa'ya göre, Avrupa'yı merkez eksene alan bir yaklaşımla tanımlanacak edilgen bir unsur hiç değildi.
Avrupa Osmanlı dengelerinin değişmesi, ilişkilerin mahiyetinin farklılaşması, yani Avrupalı güçlerin Osmanlı'ya nüfuzu ile çöküş arasında nerdeyse bire bir örtüşme görmezlikten gelinemez.
Batılılaşma çabaları ile çöküş arasındaki ilişkiyi, çözüm yönünde bir çaba olarak değerlendiren, böylelikle Osmanlı modernleşmesinin tarihi sürekliliğine gönderme yaparak cumhuriyetle barıştıran tarih yorumları da yok değil. Özellikle son on, onbeş yıldır resmi kabul de görmeye başlayan tarih yorumları cumhuriyetle Osmanlı'yı barıştırmaya yönelik bir gayretin ürünü olarak ortaya çıktı. Cumhuriyetle birlikte gelinen batılılaşmayı "tarihin sonu" olarak okumak isteyenler için Osmanlı batılılaşması zorunlu, doğal bir süreçti
Son iki yüzyıllık Osmanlı'nın Avrupa'yla ilişkileri sadece modernleşme çabalarından ibaret değildi kuşkusuz. İki farklı medeniyetin, iki farklı dünyanın mücadelesi olarak Osmanlı'nın alt edilmesi tarihidir aynı zamanda. Tarihsel olarak "Avrupa/nın birliği arayışları" Osmanlı üzerinden tanımlanmış bir süreç olduğu kadar Avrupa için belirleyici stratejiyi de ifade ediyor.
Bu süreç, Türkiye'nin yani Osmanlı'nın Avrupa'ya direnecek gücü kalmayıncaya kadar devam etti. Avrupa Osmanlı'nın direnme, tahammül gücünü kırmadan ne dünyayı sömürgeleştirebilirdi ne de bugünkü konumuna gelebilirdi.
Pottering'in söylediklerine tekrar dönecek olursak; Türkiye'nin Avrupa'ya tahammül gücü kalmadığı andan itibaren batıya icbar edilişi tamamlanmış oldu.
Türkiye'nin batıya icbar edilişi, Avrupa'nın kendi belirlediği bir sınırda ve düzeyde bir iç/ediliş stratejisidir.
Bugün Türkiye'nin AB üyeliğine dayanma gücü olmadığını savunan Avrupa ruhu aynı zamanda Türkiye'nin Avrupa'ya dayanma/direnme gücünü elinden alan stratejilerin devamından başka bir şey değildir.
Batılılaşma tarihimizi bu açıdan okumayan bir yaklaşımın medeniyet perspektifinden uzak, Osmanlı'yı periferide bir güç olarak gören, dolayısıyla AB'yi bizim için varlık yokluk meselesi haline getiren yaklaşımdır. Bu yaklaşımın tıkanmış batı medeniyetinin sorunlarını aşarak bize bir gelecek tasavvuru sunamayacağı açık.
YENİ ŞAFAK