Muhammed Çağrı Bilir / TAV
Türkiye-AB İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Geleceği
Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen NATO Vilnius Zirvesi Türkiye ile Batı ülkeleri arasında son yıllarda karşılaşılan en sıcak atmosfere ev sahipliği yaptı. Amerikan Başkanı Biden ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşmesinden sonra müttefiklik vurgulu demeçler vermeleri, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in Batı kamuoyunun yıllardır görmezden geldiği Türkiye’nin PKK ve PYD/YPG ile mücadelesinin meşruiyetini dile getirmesi ve İsveç’in Türkiye’nin AB üyeliğine destek vereceğini taahhüt etmesi gibi gelişmeler hem Türkiye hem de batı ülkeleri açısından uzun zamandır pek de görülen bir tavır değil. Özellikle zirveden hemen önce Erdoğan’ın AB üyelik sürecinde yeni bir safhaya geçilmesi gerekliliğini İsveç’in NATO üyeliğiyle alakalı devam eden müzakerelerin bir parçası haline getirmesine yönelik Amerika tarafından gelen destekler nitelikte çıkışlar içerde Türkiye-AB ilişkilerinde bir ivmelenme beklentisi yaratmış gibi görünüyor. Bu noktada medyada Türkiye açısından öne çıkan başlıkların serbest dolaşım, gümrük birliği ve tam üyelik müzakerelerinde konusunda somut kazanımlar elde etmek olduğu konuşuluyor.
Ancak Türkiye-AB ilişkilerinin 2015-2016 yılına kadarki ilerleyişine şöyle bir bakıldığında karşımıza çıkan ilk şeyin asimetrik bir ilişki biçimi olduğu kolayca görülebilir. Türkiye değil üye olmak, aday ülke statüsüne girmek ve müzakere fasıllarının adım adım açılabilmesi gibi bürokratik süreçler için bile ya ABD desteğine ihtiyaç duymuştur yada siyaseten tavizler vermek zorunda kalmıştır. Örneğin 1990’ların sonunda aday ülke statüsüne girmek ABD’nin NATO üyesi ülkelerin AB tarafından dışlanmaması gerektiği yönünde yoğun siyasi baskısıyla ilişkilendirilebilir. Yahut Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin en iyi olduğu 2000’li yılların ilk yarısı Kıbrıs meselesinde Annan Planı’na verilen destekle veya AB’nin NATO asetlerini kullanarak yürüttüğü Berlin-Plus operasyonlarına yönelik Türkiye’nin veto gücü ile yakından ilişkili olduğu hayli makul bir açıklama olabilir. Dolayısıyla bu asimetri lütfeden bir taraf ile sürekli patinaj halinde talep eden bir Türkiye ilişkisi fotoğrafı ortaya çıkarıyor. Ancak ilişkilerin doğası özellikle 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin otonom askeri operasyonları ve proaktif dış politika yapma biçimi ile yeni bir safhaya zaten geçmişti.
Türkiye AB üyeliğini bir nihai hedef olmaktan çıkarıp olası alternatiflerden biri haline getirerek bu asimetrik ilişki biçimini gerek siyasi gerekse imkan ve kabiliyetler açısından hızla dengeleme yoluna gitti. Günün sonunda AB Türkiye ile aralarındaki tartışmalı meseleleri halen eski dinamiklerle yönetme eğiliminde olsa da Doğu Akdeniz, Libya ve PKK ile mücadele gibi konularda Türkiye’nin kontrol edilemez bir güç haline gelmesi taraflar arasında tam çekişme yarattı.
Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası adım adım güç dengesini lehine çeviriyor oluşunun yarattığı bu çekişme aynı zamanda iki taraf arasında yeni bir denge kurulması ihtiyacını da her geçen gün hissettiriyor. Siyaset doğası gereği hem iç hem dış politikada hiçbir zaman statik bir şey değildir bu sebeple her an bölge jeopolitiğinde yahut global ölçekte yaşanan olaylar bu yeni güç dengesinin tanımlanmasını gerekli hale getiriyor. Covid-19 ve sonrasında ortaya çıkan tedarik krizleri veya Ukrayna’da devam eden savaş gibi meseleler iki tarafın bir şekilde dirsek temasında olmalarını gerektiriyor. Dengelerin oturmadığı bir ilişki biçiminden müzakereler yoluyla kazanım elde etmenin her iki taraf içinde pek mümkün olamayacağının son yıllarda iyice gün yüzüne çıkması da artık ilişkileri yeniden tanımlamayı mecbur kılıyor.
Ancak AB Türkiye’nin yeniden şahlanışı doğru okuyamadı. Tek tek üye ülkeler açısından incelendiğinde AB içinde bu konuda bir konsensüsün olmadığı çok açık. Örneğin, Fransa Türkiye’yi doğrudan bir rakip olarak tanımlayarak tamamen izole etme taraftarıyken, Almanya gerektiğinde itip gerektiğinde çekerek Türkiye’yi AB ekseninde tutma çabası içinde. Öte yandan Türkiye’ye siyaseten tam destek olan Macaristan gibi ülkeler de mevcut. Dolayısıyla AB bürokrasisi ve siyasi elitleri de müstakil bir AB pozisyonunun oluşmayacağını bildikleri için öğrenilmiş ilişki biçimi olan asimetriyi diretmekle meşguller.
Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB çıkışı siyasetin doğasını nasıl okuyabildiğini gösterir nitelikte bir örnek. İçerde sanılanın aksine Erdoğan ve dış politika ekibi, bütünüyle onlarca üyenin aynı anda Türkiye lehine pozisyon değiştireceği bir müzakerenin mümkün olmayacağını biliyorlar. Yani tam üyelik bir kenara, serbest dolaşım ve gümrük meselesinde bile arzu edilen kazanımlar doğrudan ABD tarafından gelecek bir siyasi baskı olmadığı sürece pek mümkün değil. Bu sebeple AB ile yeniden sıcak bir atmosferde masaya oturmak aslında bu başlıklarda somut kazanımlardan ziyade ilişkilerde dengeyi yeniden tanımlamak olarak yorumlanabilir. Normalde güç dengesi bu gibi sürekli çekişme halinde aktörler arasında en iyi savaş yoluyla yeniden tanımlanır. Ancak böyle bir şeyin bugünkü konjonktürde mümkün olmadığı düşünülürse, Erdoğan’ın AB çıkışıyla İsveç meselesini adeta batı ülkelerini kendi belirlediği şartlarda ve belirlediği gündemlerle masaya oturtmak için bir kaldıraç olarak kullandığı ortaya çıkıyor. Çünkü pandemi ve Ukrayna’daki savaş gösteriyor ki yumurtaları aynı sepete koymak oldukça maliyetli ve uluslararası siyasette devam eden belirsizlik ortamı da her an Türkiye için AB ile yeni kriz alanları veya işbirliği fırsatları yaratabilir. Dolayısıyla yeni bir gerçeklik oluşmadan bu yeni güç dengesini AB ülkelerine İsveç’in NATO üyeliği gibi konuları bahane ederek adım adım kabul ettirmek ilerde doğabilecek fırsatlar ve krizlerde AB ile pazarlıklarda maksimum faydanın sağlanmasını da beraberinde getirecektir.
Sonuç olarak yaşanan son gelişmeler neticesinde kısa vadede AB tarafından Türkiye’nin tam üyeliği ve serbest dolaşım konusunda somut iyileştirmeler pek olası gözükmüyor. En olası ihtimal, iki tarafın her geçen yıl artan ticaret hacminden ve ithalat-ihracat dengesinin Türkiye’nin lehine devam etmesinden dolayı gümrük meselesinde bazı güncellemeler mümkün olabilir. Bunun haricinde somut kazanımlar için ABD’nin 1990’larda olduğu gibi AB ülkelerine karşı AB üyesi olmayan NATO üyesi müttefikleri kayırdığı bir eksen kayması gerekmekte. Biden yönetiminin de son dönemdeki ılımlı tavrının ne ölçüde yapısal bir değişiklik yaratacağı henüz belirsizliğini korurken Türkiye’nin tam üyeliğine yönelik gelişmelerin yaşanması en uzak ihtimal olarak değerlendirilebilir.