Muhammet Yıldız / Mecra
Buhara sokaklarını adımlarken...
Geçtiğimiz kasım ayında Orta Asya coğrafyasındaki seyahatim benim için ibretlerle doluydu.
İslam tarihinin en önemli medeniyetlerinden birine ev sahipliği yapmış, binlerce âlimin ayak bastığı ve bereketlendirdiği bu topraklarda dolaşırken her ne kadar Allah’ın kullarına bahşettiği güzellik karşısında hayret içerisinde kalsam da genel olarak şaşkınlık, biraz da kızgınlıkla dolaştım.
Osmanlı’dan sonra Türkiye Müslümanlarının yaşadığı zorluk ve eziyetlerin bir benzerinden yeni kurtulmuş (!) bir Müslüman ülkesinde dolaşıyordum; Kur’an-ı Kerim’den sonra en sahih ikinci kaynağımız Sahih-i Buharî’nin müellifi İmam Buharî’nin, İmam Maturidî’nin, Bahauddin Nakşibend’in, Serahsî’nin, Merginanî’nin doğduğu veya yaşadığı topraklarda…
Yine Türkiye’dekine benzer, Müslümanlarda içe kapanma ama varlığını devam ettirme beklentimden kaynaklanan bu sarsıcı hüzün, ülkede domuz etinden yapılma kebabın lezzetinden Müslümanlar arasında övünçle bahsedildiğini öğrenmemle ayyuka çıktı. Amacım orada yaşayan Müslümanları yermek ya da bölgeyi kötülemek değil. Tüm İslam âleminde yaşanan buhranın bir başka çeşidi oralarda da yaşanıyor. Bazı mecralarda zikredildiği gibi -zarafet ve güzellikte hakkını teslim etmekle birlikte- ne Buhara’da dolaşırken çarşının öbür ucundan İmam Buharî çıkıp gelecek gibiydi, ne de kendimi bir film platosunda gibi hissettiğimi belirtmek istiyorum sadece.
Âlimler şehri Buhara
Buhara’nın ara sokaklarında dolaşıyorum. Güneş henüz doğmuş ve gökyüzü berrak. Kuşlar bile ağaç dallarında güneşin doğuşunu seyrediyor. Sokaklar soğuk ve sessiz. Rastgele girdiğim bir sokakta eski evlerin kapıları ve kerpiçten duvarları dikkatimi çekiyor; ne çok baştan savma ne de çok özenerek yapılmış. Elli, en fazla yüz senelik binalar. Kimisinde kapıların ardı boş, camlar kırık.
Düzensizliğine rağmen evlerdeki uyuma hayran kalıyorum. Bakımlı binaların olduğu bir sokağa doğru yöneliyorum. Biraz ilerde tarihî Buhara Sinagogu var. Halen Buhara’da yaşayan az sayıda Yahudi aileye ev sahipliği yapan bu mabedi tabelalara tâbi olmadan keşfetmek sevindiriyor. Sokağın sonu beni Nadir Divan Bey Medresesi’ne çıkarıyor. Ne de olsa burası Buhara; sokaklar ya medreseye ya da mescide çıkar.
İslam medeniyetinin en önemli şehirlerinden biri olan Buhara 13’üncü yüzyılın başlarında Moğol istilasına maruz kalmış. O dönem şehrin hâkimi Harzemşahlar on iki gün süren kuşatmanın ardından şehri kaybetmişler. Ardından da büyük bir katliam, yıkım gerçekleştirmiş istilacılar. İşte Moğolların adeta taş üstünde taş bırakmadığı bu yıkımda kumlar altında kaldığı için yıkılmaktan kurtulan ve günümüze kadar ayakta kalmış şehrin en eski yapılarından biri Magak Attari Camii’nin önündeyiz. Çukur bir bölgede kalan cami yıkılacakmış gibi duran duvarlarıyla tarihî misyonunu hatırlatıyor insana.
Şehirdeki birçok tarihî cami ve medrese gibi burası da müze yapılmış, bugünlerde bir halı müzesi.
Yaz aylarında yoğun bir turist akını olan bu şehirde yabancılar “mistik doğu”yu hiçbir mal ya da can endişesi olmadan rahatlıkla dolaşmanın keyfini çıkarıyor bugünlerde. Hatta özgürlüklerini ilgilendiren birçok konuda yerlilerden daha rahat sayılırlar. Nitekim ciddi manada az olan camilerden birini bulamayıp da zarurî olarak dışarıda bir yerde namaz kılarsanız polis sorgusundan sizi kurtaracak tek şey “turist” olmanızdır. Ya da “sakalı uzun bir genç” olmanız “Vahhabî” şüphesiyle sorguya çekilmeniz manasına gelir. Tüm bunlardan “yabancı” olmakla kurtulabilirsiniz.
Tarih boyunca ve özellikle 19’uncu yüzyıl ortalarında Batılı devletlerin ve araştırmacıların gözünde bir gizemdir Buhara.
Enteresanlıklarla dolu, her bir köşesi merak uyandıran kapalı bir kutuyu andırır onlar için. Bu olağanüstü merak gayrimüslimlerin bu şehre girmesinin yasak olmasından kaynaklanır.
- 19’uncu yüzyılın ikinci yarısına kadar bir gayrimüslimin Buhara şehrine ayak basabilmesi için zorlu ve uzun çöl yolculuğuna dirençli bir bedeni ve kendini gizleyip Müslüman olarak tanıtmasına olanak verecek kadar İslamî ilimlere vukufiyeti olması gerekirdi.
Bu içe kapalılığın sağladığı bozulmamışlık Sovyet işgaline kadar Buhara’nın “Orta Asya’da İslam’ın incisi” olmasında büyük bir rol oynamıştır.
Buhara’da mescitler
Özbekistan’da tarihî mescitlerin hemen hiçbirinde minare bulunmuyor. Yani hâl-i hazırda alakasız bir amaç için tahsis edilmiş bir mescidin yanından geçerken bunu fark etmeyebilirsiniz. Kapısındaki açık bir kadın fotoğrafının üzerinde ismi yazan dükkânın aslında bir cami olduğunu kim tahmin edebilir.
Haritada mescit olarak işaretlenmiş, Bala Havuz Külliyesi’nin hemen arkasına denk gelen bir yapının gerçekten öyle olduğundan emin olmak için avluya girip iç kapıyı tereddütle hafifçe ittim.
Evet, kapıda da yazdığı gibi elbise ve çanta türü şeylerin satıldığı bir dükkân burası. Ancak içerde bakışınızı duvarlara yöneltir ve çok dikkate gerek bırakmayacak şekilde etrafı incelerseniz orasının aslında bir mescit olduğunu, mihrabın hemen üzerinde de besmele hattının durduğunu görecekseniz.
Maalesef bu şekilde otele, kafeye, çayhaneye (bizdeki kahvehanenin oradaki karşılığı) ya da ticarî bir dükkâna çevrilmiş birçok mescit bulduk ve gördük Buhara’da
Buhara’daki faal tek medrese
Öğlen vakti şehrin sembol yapılarından, Sovyet döneminde Orta Asya’da açık kalmasına izin verilmiş tek medrese olan Mir Arap Medresesi’nin önündeydik.
İçeride kimse var mı diye bakarken kolları sıvanmış, başlarında takke, ayakkabılarının topuklarına basarak hızlı adımlarla ilerleyen gençler gördük. Belli ki yakınlarda bir yerde mescit vardı ve bu, Özbekistan şartlarında seyahat boyunca hiç rastlamadığımız, belki de rastlamayacağımız bir manzaraydı. Abdest alıp namaza yetiştik. Bizdeki gibi sesli ve cemaatle yapılan tesbihatın ardından dışarıda Bursa ilahiyat mezunu ve bu medresede dinler tarihi dersi veren bir hocayla tanıştık. 151 talebenin tefsir, fıkıh, hadis ve daha birçok ilim dalında öğrenim gördüğü Buhara’nın faal tek medresesiymiş burası.
Umreden dönenlere karşılama yapılacağı için tatlı bir telaş vardı. Medrese ve genel olarak ülke hakkında uzunca konuşma fırsatımız olmadı maalesef.
Mir Arap Medresesi 16. yüzyıl ortalarına doğru Ubeydullah Han tarafından Abdullah Yemenî adına yaptırılıyor. Arapların reisi anlamına gelen “Mir Arap”, halk arasında Abdullah Yemenî için kullanılan bir lakap. Kur’an’daki 114 sureyi temsilen 114 oda ve iki kattan oluşan medresenin alt katı derslik, üst katı ise yatakhane olarak kullanılıyor.
İmam Buharî’nin ders okuttuğu cami
Mir Arap Medresesi’nin hemen karşısında Kalan (Kalon) Camii ve minaresi yer alır. 12. yüzyılda Karahanlı Hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılan cami ve minaresinden cami kısmı 16. yüzyılın başlarında yeniden inşa edilmiş.
- Efsaneye göre Moğol işgali sırasında Cengiz Han’ın minarenin önünde miğferini düşürmesi ve eğilerek alması, Han’ın cihanda önünde eğildiği tek cisim olmasını sağlamış ve bundan dolayı yıkılmamasını emretmiş.
Yaklaşık 46 metre yükseklikteki minare orijinal hâliyle bugüne ulaşmış az sayıda eserden biri. Ayrıca Buhara’nın en yüksek yapısı olmasından dolayı tepesi aydınlatılarak çölden gelen kervanlara fener vazifesi görüyormuş eski zamanlarda.
Caminin ise ayrı bir önemi var bizim için. Ünlü muhaddis İmam Buharî, türlü meşakkatlerle yazdığı Sahih-i Buharî kitabını 90 bin kişiye bu camide okutmuş. Günümüzde açık hava müzesi gibi kullanılan camide ne ezan okunuyor ne de namaz kılınıyor.
Buhara’nın sembol yapısı: Çar Minar
Buhara’nın en meşhur yapılarından biri olan Çar Minar (dört minare) 1807 yılında Niyazkul adında bir tüccar tarafından yaptırılmıştır.
Görüntü itibariyle camiyi andıran medresenin dört kulesi bulunur ve her birinin süslemesi diğerinden farklıdır.
Yapıldığı yıllarda büyük bir alana yayılan medresenin bugün yalnızca giriş kısmı ayakta kalmıştır. Mimarî cazibe olarak Buhara’nın en güzel yapılarındandır.
Özbekistan’da Türkiye
Büyük oranda diziler vasıtasıyla halkta Türkiye’ye karşı bir ilgi hatta hayranlığın olduğunu söylemek mümkün. Nitekim konuşmanızdan ya da başka bir şekilde Türk olduğunuzu öğrenen birinde hiç tahmin etmeyeceğiniz bir şaşkınlık ve alaka görebilirsiniz. Türkiye birçokları için aynı zamanda bir ekmek kapısı. Ülke içinde faaliyet gösteren Türk firmalarının dışında tanıştığımız birçok kişinin yakın akrabaları Türkiye’de çalışıyordu. Özellikle TİKA’nın faaliyetleriyle Özbekistan-Türkiye ilişkilerinin halk arasında canlı tutulduğu söylenebilir.
Fotoğraflar: Muhammed Yıldız