Türkiye’deki darbe endüstrisinin “sivilleştirilmesi” sürecinin temel bel

Alper Görmüş

Ergenekon soruşturmasının 12. dalgasının üniversiteler ve bazı dernekler üzerinde odaklanması, Türkiye’deki darbe endüstrisinde 28 Şubat 1997’den bu yana gerçekleştirilen konsept değişikliğini hesaba katmaksızın anlaşılamaz. Nitekim, Türkiye’nin darbecilik tarihinin “her şeyin devlet ve ordu içinde kotarıldığı” modern döneminde takılıp kalmış olanlar, üniversite rektörlerinin “bile” darbecilik suç isnadıyla gözaltına alınması karşısında hayretlerini gizlemediler. Onlara göre, hadi öncekiler bir yana, bu son gözaltı dalgası Ergenekon’un bir “muhalif sindirme”, “aydınlara gözdağı verme” davası olduğunu bir kez daha ortaya koymuştu. Öyle ya, her biri “dünya çapında bilim adamları” olan bu insanların bir darbeyle işleri olamayacağına göre, amaç apaçıktı!

On ikinci dalga gözaltıların gerçekleştirildiği gün (pazartesi), bana bu gözaltıların anlamını soran birçok televizyon kanalında, başlıkta belirttiğim “konsept değişikliği”ni anlattım ve o zaviyeden bakıldığında, son gözaltılarda şaşılacak bir şey bulunmadığını izah etmeye çalıştım.

Anladığım kadarıyla, özellikle izahlarımda kullandığım “darbe endüstrisi” kavramını cazip bulmaları nedeniyle, bazı internet siteleri aynı gün sözlerimi özetlediler. Fakat “akılda kalanların yansıtılması” yöntemiyle gerçekleştirilen bu özetler, düşüncemi derli toplu bir biçimde ortaya koymaktan uzaktılar. O nedenle bugün, pazartesi günü televizyonlarda yaptığım izahın biraz daha geniş bir versiyonunu dikkatinize sunmak istiyorum.

Fakat ondan önce, televizyondaki sözlerimi aynı yöntemle özetleyen ve eleştiren Akşam yazarı Serdar Turgut’a kısa bir cevap vermeyi gerekli görüyorum.

Serdar Turgut, 14 nisan salı günü, “Türkan Saylan’ı vuran dalga toplumsal anlaşmayı öldürür” başlıklı yazısında, Saylan gibi birine reva görülen muameleyi haklı olarak eleştirdikten sonra şöyle diyordu:

“Dün bu satırları yazarken ve Türkan Saylan hakkındaki habere de bakarken, kendisiyle bağlantı kurulan bir kanala konuşan Taraf yazarı Alper Görmüş, meselenin bu yönüne hiç değinmeden sadece 28 Şubat’tan sonra darbe endüstrisinde olan kavram değişikliğinden ve sivil toplum örgütlerine darbe işinin ihale edilmiş olduğundan bahsetti. Yani bir anlamda çağrışım oluşturarak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin de darbeci olabileceği ima edildi. Pes doğrusu.”

Ben, bütün kanallardaki sözlerime, “darbe girişimlerinde sivillerin de bulunmasının neden şaşırtıcı sayılmaması gerektiğini” genel bir analiz çerçevesinde izah edeceğimi, sözlerimin hiçbir kurum ve kişiyi peşinen suçlama anlamında algılanmaması gerektiğini özellikle vurgulayarak başladım.

Serdar Turgut, koyduğum bu rezervi görmedi ya da görmezlikten geldi. Fakat siz bilin: Bugün de böyle genel ve soyut bir analiz yapacağım.

“Modern” darbeler döneminin sonu: 28 Şubat


12 Eylül darbesi, darbecilerin halkın hiç değilse bir bölümünün onayına ve fiili desteğine ihtiyaç duymadıkları; her şeyin ordu ve kısmen de devlet içinde kotarılıp pişirildiği son darbeydi.

Bundan yaklaşık 20 yıl sonra (28 Şubat 1997) askerler siyasete müdahaleye karar verdiklerinde can sıkıcı bir sosyal gerçekle yüzyüze olduklarını idrak ettiler: Dünya ve toplum değişmişti, askerlerin sivil siyasete müdahaleleri artık eskisi gibi hoş karşılanmıyordu. Toplumda, darbeyi meşru kılacak bir gerilim de yoktu. 28 Şubat’ın ön hazırlıkları, işte bu “gerilim”i kotarma çerçevesinde gelişti. Büyük bir başarıyla sonuçlanan bu hazırlıktan sonra “sivil toplum”un bir kesimi müdahaleye ikna edildi ve hatta onun bir parçası oldu.

Türkiye’deki darbe endüstrisinin “sivilleştirilmesi” sürecinin birinci temel belgesi, o günlerde çok revaçta olan “sıra artık silahsız kuvvetlerde” külliyatıdır. Bu külliyat, Deniz Baykal’ın, ordunun 28 Şubat’ta “adeta bir sivil toplum örgütü gibi çalıştığı”na dair beyanatıyla taçlandırılmıştı.

Darbe Günlükleri, “darbenin sivilleştirilmesi”ne ilişkin konsept değişikliğinin ikinci temel belgesi sayılmak gerekir. Hatırlayın, burada da artık klasik (modern) tipte darbelerin mümkün olmadığı bir kez daha teyit ediliyor, Silahlı Kuvvetler’in salt kendi gövdesiyle yaptığı müdahalelerin yarattığı itibarsızlaşmaya dikkat çekiliyor, bu nedenle “Sarıkız”dan vazgeçiliyor ve artık üniversiteler, yargı, sendikalar, medya ve öbür sivil toplum örgütlerinin ellerini taşın altına koymaları gereğinden bahsediliyordu.

Sürecin üçüncü ve en “hard” belgesi, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nca hazırlanan, Nokta’nın yayımladığı 2004 tarihli “Sivil Toplumla İlişkiler” raporuydu. Ben, Günlükler’i okuyup bu belgeyi de gördükten sonra, Nokta’da (5 Nisan 2007) şöyle yazmıştım:

“Benim analizim şu: Doğrudan bir darbe tehlikesi içinde değiliz bugün, fakat 14-15 Nisan’daki Anıtkabir’e yürüyüş dahil (sonradan Cumhuriyet Mitingleri olarak anılacak toplantılar –A.G.), örgütlenen kitlesel sivil hareketlerin tümüyle ‘sivil’ olduğunu düşünmek de saflık olacaktır. Şöyle diyebiliriz: Siyasete müdahale ‘sivil’ güçler kullanılarak ve böylece görünürde meşruiyet alanı içinde kalınarak gerçekleştirilecektir önümüzdeki dönemde.”

Sürecin son belgesi ise Mustafa Balbay Günlükleri’dir. Orada da gördüğümüz, en veciz ifadesini “sen söyle, bu medyayla darbe olur mu Mustafa Balbay”da bulan “Sivil toplum yoksa darbe de yok” yaklaşımıdır. Ayrıntılara girmiyorum.

Demek ki “sivil toplumu müdahaleye dahil etme” çabalarının 10 yılı aşan bir tarihi var. Daha önce, “Bir başarı öyküsü: Ruhu, ‘sivil’de yeniden bedenlenen 28 Şubat...” başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, bu amaç doğrultusunda çok önemli mesafeler alındı.

Diyeceğim şu: Ortada şaşıracak bir şey yok. Asıl, “sivil” kanadı bulunmayan bir darbe girişimi çıksaydı karşımıza şaşırmamız gerekirdi.

------------------------


Savcılar, “bu fotoğraf”ın çekilmesini nasıl ve neden göze aldı?

Hürriyet
(15 nisan), Ertuğrul Özkök’ün yazısını, evinin arandığı gün penceresinden gazetecilerle konuşan Türkan Saylan’ın fotoğrafının eşliğinde birinci sayfadan anonslamış:

“Evet, bu fotoğraf kalır. Kemoterapinin izlerini kapatmak için başını örtmüş bu kadının penceredeki fotoğrafı bu dönemin simgesi olarak hafızamızda hep kalacaktır. Çünkü hiçbir demokrasi, hiçbir vicdan bu hoyratlığı kaldıramaz...”

Gazetenin internet sayfasının “yazarlar” bölümünde, Özkök’ün bir altında Mehmet Yılmaz’ın yazısının başlığı görülüyor: “Amaç ‘çağdaş yaşam özlemi’ni cezalandırmak!” Bir üstünde de Tufan Türenç’in yazısı var: “Hedef çağdaş eğitim...” Ve Türenç’in bir üstünde Bekir Coşkun’un “Belki seni asarlar” başlıklı yazısı var: “O; kızların başını örtmek istiyor, sen açmaya çalışıyorsun. Bundan daha büyük suç olur mu usta?..”

Hürriyet
yazarlarının, hele hele o zamanlar Milliyet’in yayın yönetmeni olan Mehmet Yılmaz’ın “Hayat Dönüş” operasyonu günlerindeki tavırları geliyor aklıma... Ölüm orucunda her gün birkaçı ölmekte olan insanlarla ilgili olarak atılan “Sahte oruç, kanlı iftar” manşetlerini düşünüyorum.

İşte o zaman, onların tepemizde “vicdan polisi” olarak tepelenmelerine fırsat verenlere, kimse onlar, büyük bir öfke duyuyorum. İşte o zaman Ertuğrul Özkök’e, yazısının sonunda “Bu hoyrat toz dumanın içine saklanıp kurtulacak olan darbeciler ve çeteciler” diye sözde kaygılanma fırsatı verenleri bağışlayamıyorum.

O ev aramasından geriye hepimizi fena eden, vicdanımızı örseleyen “bu fotoğraf”ın kalacağı ve Özkökgiller’in onu alıp kafamıza çalacağı apaçık değil miydi? Böyle bir fotoğrafın, Ergenekon davasının tarihsel önemine inanan çok sayıda gazetecide “ne oluyoruz” kuşkusuna yol açacağı apaçık değil miydi? (Mesela kabilinden birkaç ismi sayayım: Umur Talu, Gülay Göktürk, Ergun Babahan, Ömer Laçiner...)

Ben elbette “hedefin çağdaş yaşam” olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir baskının ve böyle bir fotoğrafın, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni bırakın zayıflatmayı defalarca güçlendireceğini, baskına karar verenlerin hesaplayamamış olmaları düşünülebilir mi? Nitekim okuyoruz haberleri: Burs bağışları patlamış!

Bu soruların cevabını bulamıyorum ve aklıma başlıkta sorduğum sorudan başkası gelmiyor: “Ergenekon savcıları, ‘bu fotoğraf’ın çekilmesini nasıl ve neden göze aldı?”

TARAF