"Türkiye'de Kur'an'a Yönelim Çabaları"

Hamza Türkmen Bergama'da düzenlenen programda "Türkiye'de Kur'an'a Yönelim Çabaları" başlıklı konuyu anlattı

Haksöz Dergisi yazarlarından Hamza Türkmen Bergama İlim ve Hayırlar Vakfında düzenlenen programda Türkiye'de Kur'an'a Yönelim Çabaları başlıklı konuyu anlattı. Bu coğrafyanın ismini batılı işgalcilerin verdiğini belirten Türkmen Osmanlı döneminde buraya Bilad-ı Rum veya Küçük Asya  dendiğini ve İslam'ın buralarda Hz. Ömer döneminden beri gerçekleşen tebliğ çabalarıyla yayıldığını söyledi. Danişmentliler devleti ve Osmanlı döneminde Kadızadelilerin çabalarının kitabı çabalar olduğunu ve bu konuların çalışılmaya ihtiyaç duyduğunu belirten Türkmen iyi niyetli olmayan Cumhuriyeti kuran kadroların Türkçe ibadet için Kur'an çevirisi, tefsiri yaptırdığını söyledi. Bu yüzden Mehmet Akif'in mealini yaktırdığını, Elmalı Hamdi Yazır'ın ise tefsiri ağır bir Osmanlıca ile yazdığını biliyoruz diyerek başladığı konuşmasında özetle şunları anlattı:

70li yıllara gelindiğinde aşağı yukarı bütün Müslümanlar milli-dindarlık düşüncesine bulanmıştı. Türk milleti, İslam ümmeti yerine konulmuştu. Meselâ en önemli kavramlarımızdan birisi -Kur'anî kavramlarımızdan birisi- 'millet'ti. Biz bu süreçte millet kelimesinin, Kur'an'da anlatılan boyutuyla değil saptırılmış bir anlamda kullanıldığını öğrendik. Temel çatışma Mustafa Kemal'in "Ümmetten bir millet yarattık." sözünde yatar. 'Ümmet' İslam'a ait üst kimlik, 'millet' ise Türk ulusudur. Üst kimlik Türk milleti mi olacaktır, İslâm mı olacaktır? Türkiye Birinci Meclis'in darbeyle kapatılmasından sonra yaşanan Türkiye'deki en büyük çatışma budur. "Üst kimlik ulusal-batıcı değerler mi olacaktır yoksa İslam mı olacaktır?" Sistem Müslümanlara ait değerleri  tamamen imha etmek, edemiyorsa asimile etmek için uğraşıyordu ve hâlâ da bu proje varlığını korumaktadır. Oysa Müslümanlar İslâm'ı savunmak cehdi içerisindeydiler ama büyük darbeler yediler, İstiklâl Mahkemeleri'nde binlerce kanaat önderi idam edildi. Batılılaşma sürecine 60'a yakın ilde itiraz oldu. On binlerce insan katledildi. Yüz binlerce Müslüman ülke içinde sürgüne gönderildi. Çok acılar yaşadık ve bu çatışmalar 'üst kimlik ulusal kimliktir' dayatması neticesinde oldu. Bu da 'millet' kavramı etrafında dönüyordu. Biz, Kur'an'a yönelim çabaları içinde kavramları yeniden incelemeye başladık. Millet kavramının Kur'an-ı Kerim'de on beş yerde geçtiğini ve hemen hepsinde insanlara ait din (millet-i İbrahim'de olduğu gibi) ve şeriat anlamına geldiğini gördük. Millet kavramı kafa sayısıyla ilgili bir kavram değildir.

Dünya Savaşının enkazından çıka çıka Türkiye Cumhuriyeti çıktı. Bu yeni devlet en öncelikli değer olarak ulusçuluğu merkeze oturttu. Bu dönemde rejimin sahipleri tarafından fiili olarak teşvik edilen Türkçe meal ve tefsir yazımları, hadis kitaplarının Türkçeye çevrilmesi ile, Kur'an'ın hayatı kuşatan mesajını gündemleştirmeye değil; ulus bilincinin, en baskın unsuru olan dil faktörü ile dindar halk tabakasına taşınmasına çalışılmışta. Din, ulusu oluşturan faktörlerden sadece bir unsur olarak kaldığı müddetçe değerliydi. Halkın dini ihtiyaçları, ancak ulusal çerçevede tanımlanabilecek bir "İslam" anlayışı içinde tatmin edilmeliydi.

Bu konuda Kur'an'la ve sahih İslami gelenekle bağ kurmaya çalışan insanlarımız, birikim ve tevhidi olgunluk açısından hazırlıksız yakalanmışlar, çökmüş ümmet yapısını Kur'ani ilkelerle yeniden ihya edecek ve öncü bir Kur'an nesli oluşturacak zindelikte bir görüş ve tavır tutarlılığı oluşturamamışlardı. Dönemin en önemli ismi Mehmet Akif bile, şiirlerindeki Kur'an'a yönelttiği ilgiyi cahili değerlerden yeterince arındıramamış ve kurulmakta olan Türk ulusal yapısı karşısındaki şaşkınlığa düşen söylemi laik-batıcı-ulusçu egemen kadroların işini kolaylaştırmıştı. Tasavvufi, mezhebi kalıplar içinde kalan geleneksel büyük halk kesimi ve "ulema" takımı ise, kendi dar pratiklerinden ibaret saydıkları ve "İslam" sandıkları rutin alışkanlıklarını ve geleneklerini devam ettirebilmek için geniş çapta ulusal yapıyla uzlaşma içine girdi.

"Türk toplumu"na indirgenen Osmanlı toplumsal mirasının -bazı Kürt ayaklanmaları ve direnci dışında- uluslaştırılması işlemi, kolaylıkla tamamlandı. Halkın ve "ulema" sınıfının bu sürece karşı koyacak zihinsel ve sosyal bir zindeliği zaten mevcut değildi. Sıra Türk devletinin amaçladığı "çağdaşlaşma" ve laikleşmedeydi. Bunun için halkın muhafazakar-gelenekçi yapısı ve dini telakkileri aşılmalı, kitleler dinlerinin Batılı değerlerle çelişmeyen bir esnekliğe sahip olduğuna ikna edilmeliydiler, İngilizler, Hint kıtasında Sir Seyyid Ahmed Han örneği ile bu konuda başarılı bir pratik sergilemişlerdi.

Halkın Kur'an ile irtibatı tarih boyunca şekilsel bir ilgiyi aşabilmiş değildi. Geleneksel "ulema" kendi eğitiminin merkezine Kur'an'ı koymadığı gibi, halkın da Kur'an'ı anlayamayacağı iddiasıyla tarihi donukluğu ve inhirafı devam ettiriyordu. Cumhuriyet döneminde çeviri faaliyetleriyle de güç kazanan "Kur'an çalışmaları" halkı karanlıktan kurtaracağı iddiası içindeydi. Ancak bu aydınlatma eğilimi topluma egemen olan batılı yaşam ve yönetim tarzını dönüştürmeye yönelmiyor ve çoğu zaman bu modern karanlıkla işbirliği yaptığı için halkta ve geleneksel "ulema" kesiminde tepki uyandırıyordu. Böylece "Kur'an çalışmaları"nı ve Kur'an'ı gündemleştirme çabalarının üzerine rejimin ve işbirlikçi modernistlerin gölgesi düşüyordu. Zulmün karanlığını taşıyan bu gölge, Kur'an'la halkın tarihi kopukluğunu gidermek yerine Kur'an'a giderek ilgi duyanlara karşı şüpheli ve dışlayıcı tutumları daha da arttırdı. Bir dönem Kur'an'ın Türkçeleştirilerek mealleştirilmesi çabalarına yaygın bir tepki yükseldi. Tabii ki bu tepki Kur'an'a değil, Kur'an'ı laik-ulusçu-batıcı sistemin emrinde kullanmak isteyen modernist anlayışa yöneliyor ve tüm çözümsüzlüğüne rağmen İslam adına samimi duygulardan kaynaklanıyordu. Ancak geleneksel bakış açısının rejimin din konusundaki saptırılmış uygulamalarına gösterdiği tepki, insanları egemen cahiliyye karşısında alternatif bir çözüme sevkedecek zindelik ve sahihliği taşımıyordu.

70li yılların başında -kitap yoksulluğumuz içerisinde- Minyeli Abdullah yayınlanmıştı. Bu roman, Müslümanların mağduriyet ve çağdaş direniş tablosunu yansıtıyordu. Ayrıca Mehmet Akif'in Safahat'ını adeta hatmediyorduk. Çok ciddi bir boşluk vardı. Kültür sürekli batılı paradigmadan, batılı değerlerden, batılı kişilerden geliyordu. 70li yılların ortalarında İslam dünyasındaki ıslah hareketlerinin, özellikle Malik bin Nebi, Seyyid Kutup, Mevdudî gibi kişilerin eserleri ve bu eserlerin yanında bazı Kur'an çalışmaları (Fizilal tefsiri gibi) gündeme geldikçe, kaynaklarımızla temel kavramlarımızla daha fazla bütünleşmeye ve bu kavramlarla hayatı algılamaya başladık. Bu arada Elmalı Hamdi Yazır tefsirini keşfettik ve lügat yardımıyla okumaya başladık. Babam, ben lise birinci sınıftayken vefât etti. Lise
birinci sınıfın başında kendi harçlıklarımı toplayarak kitap okuma merakım içinde Cağaloğlu'na gidip indirimli olarak Hasan Basri Çantay'ın üç ciltlik meâlini almıştım. Meali aldım, evimizdeki bir rafa koydum. Babam ertesi gün eve geldiğinde "oğlum bunlar ne?" dedi. Ben "baba, bunlar Kur'an meâli" deyince niçin aldığımı sordu, ben okumak için aldığımı söyleyince nasıl okuyacağımı sordu.  Ben de "anlamak için" dedim. Anlayamayacağımı söyledi babam. "Meal bu baba, anlamak için yazılmış." dedim, yine aynı şeyi söyleyip anlarsam yanlış yapacağımı söyledi ve ekledi "onu ancak alimler anlar." Ben biraz sesimi yükselttim ve çatışma pozisyonuna geldik.

1960'lı yıllardan bu yana gerek "Fi-zilal-tefsir" çalışmaları gerekse "meal" çalışmaları şeklinde yükselen Kur'an'a ilgi, bu çalışmalarda yaşanan zaaflara rağmen Kur'an'ın aydınlığına yönelen samimi bir arzu ve gayret içeriyordu. Bu çalışmalarda yaşanan hatalar, yetersizlikten kaynaklanıyordu ve tashih edilebilirdi. Kimileri de ciddi bir saptırma gayreti içindeydi. Bunları hatırlayacak olursak:

1.Kur'an'ı Modernizmin Aracı Kılma Çabası

2.Kur'an İslamı" Terkibi

3.Kur'an'ın Anlaşılmasını Uzmanlaşma Kıskacına Hapsedenler

4.- Tarihselcilik ve Görelilik iddiaları

Türkmen konuşmasını hayatımızı Rabbimizin razı olacağı bir istikamette Müslümanlarla birlikte dayanışma içinde vahyin şahitleri olma çabası içinde sürdürmemiz gerektiğini hatırlatarak sonlandırdı.

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Gazze nöbeti devam ediyor
Çocuklar "Hayat Namazla Güzeldir" sloganlarıyla yürüdü
Aksa Tufanı ve kazanımları
Özgür-Der Üniversite Gençliği programlarına başladı!
Diyarbakır Özgür-Der Gençlik Çalışmaları başladı