Müslümanları adli skandallarla lekeleyip mahkum etmenin en son örneği Tahşiye Operasyonu’ydu. Risale-i Nur talebelerinden oluşan küçük ama Fethullah Gülen’in aykırılıklarına eleştiri getiren bir gruba nasıl kumpas kurulduğunu, Paralel Yapı takibatları kapsamında hep birlikte öğrenmiş olduk. Geçen ay medyada oldukça yer alan bu olayı, avukat arkadaşlarımız başından itibaren takip etmişlerdi. Bu grubun aşırı kelami yorumları bizlere hoş da gelmiyordu. Ama alınları secdeli, haram ve helal davranışları gözeten ve Kıyamet gününe inanan insanlardı.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından kalan bir jargonla “ayin” yapıp “irticai kalkışma” yapmaya hazırlandıkları iddiası ile bu insanların evleri basılmıştı. Ve mekanlarında sözde silah, el bombası ve esrar çıkmıştı. Ama sözde yakalanan silahlar üzerinde, tutuklanan hiçbir Tahşiye örgütü mensubunun (!) parmak izi yoktu. İslamilikle vasıflandırılan bu insanları karalamanın en kolay yolu da, ev aramasında yatak altına ufak bir torba esrar paketi bırakıp, sonra bulmaktı.
Biz bu filmi Müslümanlara yapılan operasyonların birçoğunda görmüştük. Mü’minlerin evlerine yapılan baskınlarda ya esrar, ya seks kasetleri, ya da mahkumiyet almış bir davanın yakalanan ama ikinci kez yeniden yakalanmak için arama yapılan mekana çaktırmadan bırakılan evrak ve arşivleri bulunuyor veya yeniden keşfediliyordu. İnsanları ve ümmeti uyandırmak ve fahşadan korumak için faaliyet gösteren insanlara bu tür adli operasyonlarda atılan en büyük iftira, onların fahşa suçu işledikleri yalanıydı. Bu adi senaryolarla hem mağdurlar suçlanıyor, hem de İslami aidiyetleri üzerinden Müslümanlar tahfif edilmeye çalışılıyordu.
Nurcu çizgideki Tahşiye denilen çevreye yapılan bu operasyonla amaçlanan, Fethullah Gülen Hareketi dışındaki tüm Nurcu gruplara gözdağı vermek ve PKK’nin diğer Kürtçü gruplara korku salarak üstünlük sağladığı gibi üstünlük sağlamaktı.
Ama daha üzücü olan ise Müslümanlara bu iftira dolu kumpasları, kendi cemaatsel çıkarları için Gülenci polislerin, yargı mensuplarının ve basının birbirleriyle koordineli olarak oluşturmalarıydı. Bu Gülenci taife, bu tür iğrenç terkipleri ise Cumhuriyet tarihi boyunca egemen yargı, Kemalist basın ve totaliter kolluk güçlerinin koordineli kumpaslarından öğrenmişlerdi. Bu kumpaslar Türkiye’deki İslami hareketliliğe karşı 28 Şubat 1997 Darbe Süreci’nin öncesinde ve sonrasında da sergilenmişti. Ergenekon denilen sivil ve asker bürokraside ve sermaye sınıfı içindeki son mafya örgütü ise, derin Kemalist devleti temsil ediyordu. Bunlar Gülencilerin de karşıtlarıydı. Ama Gülenciler, İslami bilinç düşkünlüğü ve hududullahı aşan pragmatizmleri nedeniyle, karşıtlarına benzemeye başlamışlardı.
Gözaltı sürelerinde işkenceyle söyletilen ya da acar savcıların veya terörle mücadele titri taşıyan komiserlerin kumpaslarıyla zeminini hazırlanan büyük çoğunluğu kurgu ve iftira dolu tutanakların hazırlanması söz konusuydu bu ülkede. Türkiye Cumhuriyeti Mahkemeleri’nin uyduruk tutanaklarla Müslümanlara haksız ve ağır cezalar verme eğilimi, aslında laik, batıcı, ilerlemeci TC’nin bir geleneğiydi.
Aslında ümmetin coğrafyasında, ümmete rağmen TC Mahkemeleri’nde yaşatılan bu zulmün beslendiği süreci okumak gerekmektedir. Dolayısıyla kısaca yakın tarihimize baktığımızda şu vurguları hatırlamak kaçınılmazdır.
Şer’i Adaletten Kopma Sürecimiz
Bizler Osmanlı bakiyesi topraklar üzerinde yaşayan, Osmanlı bakiyesi Müslümanlarız. Ecdadımız, geçmişte itikadi ve ameli konularda vahyi ölçülerle bütünleşmek konusunda bazı zaaflar yaşadı. Bu nedenle de son sadrazamlardan Said Halim Paşa, “Buhranlarımız” adlı makaleler derlemesi kitabında Müslüman halk için “İslamlaşmak” ihtiyacından bahseder. Padişahların toplumu ve devleti örfi hukukla yönetmesi ise, şura ile yönetme ehliyetine olan ihtiyaç ve yükümlülüğünün üzerini örtmüştü.
Ancak Osmanlı Yönetimi, saltanat biçiminde sürse de hiçbir padişah İslam’a ve İslami hükümlere düşman değildi. Halk arasında geçerli olan ceza ve muamelat hukuku ise şer’i ölçüleri önceliyordu. Biraz da halkın kültürü ne ise, öyle yönetiliyordu.
Ancak İslam’ın tevhidi muhtevasını içselleştiremesek bile, görünen formunu ve mekân algısını önemsemiştik. Bu şekilsel aidiyet bile ümmet dayanışması ve Müslimlerin ortak yaşama kültürü açısından önemli bir zemin oluşturdu. Ancak vahiy “nimet”ini yeterince idrak edemememizin bir sonucu olarak tarihi süreç itibariyle iki kırılma anı yaşandı:
1. 1839 Tanzimat Fermanı.
2. 1922-1923 Lozan Görüşmeleri ve Anlaşması.
Bu tarihler nakıs İslami uygulamalardan ve şer’i hukuktan hepten uzaklaşmaya başladığımız kronolojinin başıdır. Tarihin kronolojisi önemlidir. Ama ondan çok daha önemli olanı, zaferlerin ya da yenilgilerin nedenini, iç dinamiklerini kavramamızdır.
Mısır’lı Mehmet Ali Paşa İsyanı’na yenik düşen Osmanlı, Rus ordusuna ve İngiliz deniz güçlerine muhtaçtı. Biri 30 bin askerle Beykoz kıyılarına çıktı, diğer İskenderiye’de Mısır donanmasını vurdu. Tavizlerle yüklü olan 1933 Kütahya Anlaşması, 1938’de de Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması çöküşün en belirgin göstergeleriydi. “Nimet”i yitirdiğimizi sadece ıslah öncüleri anlamıştı. Ve sonra 1839 Tanzimat Fermanı geldi. Tanzimat Fermanı, Rus Çarlığı’nın istemleri ve İngiliz İmparatorluğu’nun zorlamasıyla şer’i toplum yapısından uzaklaşıp seküler bir sisteme adım atışımızın ilanıydı. Bu anlaşmayla cizye ve öşür ölçüleri kalkıyor, Müslim ve gayr-i müslim ayrımı ortak vatandaşlığa dönüşüyordu. Peşinden Jön Türkler, peşinden Islahat Fermanı, peşinden İttihad Terakki kaosu ve seküler ulusçuluk serüvenleri geldi.
1915’te Çanakkale geçilmez dedik ama, 1918’de Fas’tan Özbekistan’a kadar tüm ümmet coğrafyası küffar tarafından işgal edildi. Ve Batı emperyalizmi topraklarımızdan kademe kademe çekilirken, ümmet diriliği zaafa uğramış Müslüman halkların yönetimini kademe kademe batılılaşmış gönüllü kahyalara bırakmıştı.
Bilad-ı Rum’da (ki Avrupalılar buraya Turkıa veya turkey/hindi/fiyasko diyorlardı) yaşanan Yunan-Türk Savaşı’ndan veya Yunan ulusu, Türk ulusu icat etme savaşından sonra iki farklı oturumda ve 7-8 aylık arayla Lozan Anlaşması yapıldı. Arada da 1923’un Şubat’ında İzmir İktisat Kongresi’nde gerek Atatürk’ün açılış konuşmasıyla, gerek kapanış bildirisiyle şu taahhütlerde bulunuldu: a. Bolşevikliğe asla müsamaha edilmeyecek, b. İrticaya fırsat verilmeyecek, c. Yabancı sermayeye hürmetkâr olunacak.
İlk Lozan görüşmelerine ve İzmir İktisat Kongresinde deklare edilen yabancılaşmaya ve teslimiyete Meclis’deki İkinci Grub’un muhalefet lideri Ali Şükrü şiddetli itirazlar yöneltince, Mustafa Kemal’ın Muhafız Alay Komutanı Topal Osman tarafından infaz edildi. Bu sembolik infaz, Osmanlıdaki siyaseten katl’den daha hukuksuz mafya tarzı bir icraatti. Yine sonradan İstiklal Mahkemeleri Reisi Kılıç Ali’nin (Ali Çetinkaya) Ardahanlı bir muhalif mebusu 1925’te Meclis avlusunda tabancasıyla alnından vurmuş ve hiçbir müeyyideye çarpıtılmamıştı. İşte yeni kurulan Eski Türkiye, böyle bir hakimiyet ve hukuk algısı içinde hukukunu oluşturacaktı.
Şapka kanunu yanında medreselerin, tevhid-i tedrisatın, Hilafetin, haccın yasaklanması Osmanlıdan kalan tüm şer’i kanunların iptaline kadar varınca, Sırat-ı Müstakim kadrosundan İskilipli Atıf’ın şapka kanunu çıkmadan bir sene önce yazdığı “Şapka ve Frenkleşme” kitabı dolayısıyla asılınca en büyüğü Şeyh Said Direnişi olmak üzere yeni ülkenin 60 il ve ilçesinde tepkisel gösteriler oldu.
Çünkü Lozan Anlaşması maddelerinden birisi de “Adli Murakabe” konusuydu. Ülkede Osmanlıdan kalan tüm şer’i yani İslam hukukuyla ilgili kanunlar 5 yıl içinde iptal olup, Avrupalı kanunlara göre bir mevzuat düzenlemesine gidilecek ve 5 yıl boyunca bu süreci de Avrupalı hukukçular Türkiye’yi alanda teftiş ederek denetleyeceklerdi.
İşte Şeyh Said muhalefeti ve diğer tepkiler gerekçe gösterilerek ya da tuzak kurularak 4 Mart 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükun Kanunu ile ülke çapında olağan üstü hal ilan edildi. “İrtica” yaftası bu kanunun ilk maddesiydi. Neyin iyi neyin kötü olduğuna, halka rağmen zorbalıkla homejenleştirilmiş Meclis’in verdiği kararla, Hükümet takdir edecekti. Hükümet de 1921’de asker kaçakları, hırsız ve şirretler ya da ajanlar için oluşturulmuş İkinci İstiklal Mahkemesi’nin yetkilerini genişleterek, katil Kılıç Ali (Çetinkaya) başkanlığında üç Ali’ye tevdi etti (Kel Ali, Necip Ali). Bunların hiçbiri hukukçu değildi. Avukatsız ve temyizsiz olarak yargıladıkları Müslümanları ve muhalifleri, hüküm verdikten hemen sonra asıyorlardı. Hasan Hüseyin Ceylan’ın tahminine göre 5 bin, Mustafa İslamoğlu’nun tahminine göre 3 bin muhalifi ve boyun eğmeyen Müslüman öncüyü sadece Konya’da idam etmişlerdi. Daha sonra da kendini kanun vaazı yerine koyan Kemalist Hükümet, İstanbul basınının Kemalizme boyun eğmeyen tüm yazarlarını tutuklayarak getirdiği Diyaribekir İstiklal Mahkemesi’nde ölümle tehdit ederken, yüz binlerce Müslümanı ülkenin bir yerinden öbür yanına sürmüş, İzmir Suikastı ve Menemen Olayı gibi komplolarla yargıyı a’dan z’ye hukuksuz ve keyfi olarak kullanmıştı.
Askeri Darbe Süreçlerinin Hukuku
Türk yargısı, Kemalist ideolojinin zorbalığı ve keyfiliği ile şekillendi. Türkiye’de hukuk demek, hukuku Kemalist ilke ve inkılaplara uyduran yasalar ve cezalar tanzim etmek demekti. Müslümanlar için TCK 163., sol muhalifler için TCK 141-142. maddeler düzenlendi. AB Uyum Yasaları’na ayak uydurmak adına son dönemde bu maddeler kaldırılırken, 312 gibi gizli ve daha hak gaspına dönük yasalar ön plana çıkartıldı. Ama Adnan Menderes Yönetimi’nin çıkarttığı 5816 sayılı yasa, Kemalizmin eleştirilmezliğini ifade ediyordu; dolayısıyla resmi ideoloji hakkında inanç ve düşünce özgürlüğüne yasaklar dayatan bir kanun maddesi olarak hala da varlığını devam ettiriyor.
Lozan Anlaşması’nda kabul ediğimiz “Adli Murakabe” maddesi gereği, fıtrata ve vahye uygun olmaya çalışan “Mecelle” gibi tüm kanuni düzenlemelerin feshedilerek, yerine Faşist İtalya’nın Ceza Kanunu’nun, İşviçre’nin Medeni Kanunu’nun, Almanya’nın Ticaret Kanunu’nun vd. Türk Hukuku olarak bünyeye monte edilmesi ile devam eden yapay ve yabancı kanun iskeletinin hala sürüyor olması ise ayrı bir fecaat.
Yargıdaki ideolojik tutum, 27 Mayıs 1960 İhtilali ile Yassıada yargılamalarında, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi’nin idam kararlarıyla, 12 Eylül 1980 İhtilali’nin 1982 Anayasası ile biçimlendirdiği yargı kurumuyla ve askeri hakimlerin de dahil olduğu Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile hem muhalif solu ve Türkçüleri, hem Müslümanları işkenceli zorbalıklarıyla birlikte ezdi.
Sıkıyönetim mahkemelerinin farklı bir türü olana DGM’ler ise 28 Şubat 1997 Darbesi’ne gelinceye kadar 3 aylık, sonra 15 günlük gözaltı sürelerinde işkence altında alınan ifadelerle tüm muhalif unsurlara devlet zoru ve şiddetiyle kan kusturdu.
28 Şubat’a geldiğimizde Türkiye Yargısı, tağuti özellikler gösteren Gayr-i İslami bir çizgideydi ama kendi iç mantığında tutarlı olması gerekiyordu. Tam aksine İstiklal Mahkemeleri’nde olduğu gibi keyfiliği sürüyor ve iç tutarlılığı bulunmuyordu. Zira 28 Şubat Darbesi ile yüksek yargı mensuplarına Genel Kurmay Başkanlığı’nda brifingler verildi. Ve o dönemin TÜSİAD Medyası’nın manşetlerinde “Paşaların Yargıya Talimatı” ifadeleri sıkça okunuyordu.
İşte böyle bir sürecin öncesinde ve sonrasında birçok Müslümana ve İslami çevreye, “Tahşiye Örgütü” türü operasyonlar yapıldı. İffetli, fedakar, muttaki birçok Müslüman insanın örgüt üyesi olduğu suçlamasıyla evleri basıldı ve grup seksi yapılıyor imajı üretmek için evlerinde porno kasetler, prezervatifler, seks dergileri ya da Suriye’ye ait dokümanlar bulunduğu iftirası ile psikolojik harp hilelerine başvuruldu. Bu hileleri İslami kesime yutturabilmek için de Zaman Gazetesi’nde ajitatif yalan haberler yapıldı; Taha Kıvanç, Tamer Korkmaz gibi kahpe kalemlere iftira dolu yazılar yazdırıldı.
Amaçlanan Türkiye’deki tevhidi bilinçlenme sürecini durdurmak, İmam Hatip Okullarının kapanması ve başörtüsü yasakları konusunda yükselen direnişi sindirebilmekti. Bu süreçte Müslümanlara karşı yapılan açık hukuksuzluğa, kurulan komplolara ve işkencelere karşı vicdanı yabancılaşmış devşirmelerden ve bugün de Mısır’daki darbeye, Suriye’deki Baas-İran Rejimi katliamlarına darbe ve katliam diyemeyen Batı’nın egemenlerine, hakim erklere kadar ses çıkartan olmadı. Silah kullanmış, kundaklama faaliyetinde bulunmuş üç-dört tane Batıcı paradigmanın tutsağı gazeteci kılıklı anarşiste sahip çıkan Batı; hakları gasp edilen, işkenceye, infazlara, ağır cezalara çarptırılan on binlerce muhalif için ve Müslüman için kılını kıpırdatmadı.
Kemalist çete yönetimini hukuki maske ile örtmeye çalışan Türk Yargısı, 28 Şubat sürecinde birçok muhalife kurduğu komployu birçok Müslümana da kurdu. Bugün Tahşiye Operasyonu ile ortaya çıkan hukuki kumpaslar, 28 Şubat Süreci’nin öncesi ve sonrasında da Sivas Davası, İslami Hareket Davası, Hizbullah-Menzil Davaları, Hizbuttahrir Davaları, İBDA/C Davası, Müslüman Genç Davası, Tevhid-Selam Davası, Malatyalılar Davası, AFİD Davası gibi birçok İslami çevreye karşı da gerçekleştirildi. Ve tamamen brifinglendirilmiş yargı mantığı içinde binlerce insana cezalar verildi. Dayatılan açıkça bir hukuk katliamıydı.
Türk Yargı Sistemi içinde uzun yıllar derin devletin iradesi belirleyici oldu. Bu iradeyi kopyalayarak ve karşıtına benzeyerek rol çalmaya çalışan Gülen Hareketi’nin mensupları da kendileri dışındaki haklı haksız herkese yargıda kumpas kurmaya çalıştılar. Kurdukları kumpaslarla, derin devletin ve askeri bürokrasinin darbeci kanadını ifade eden Batı Çalışma Gurubu, Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını da kadük hale getirdiler.
Öyle ki Cumhuriyet gazetesinin bombalanması, Danıştay saldırısı, Santoro cinayeti, Malatya Zirve kitabevi vahşeti, bir emekli astsubayın evinde bulunan bombalar ve Cumhuriyet gazetesine atılan ve bulunan bombalar arasındaki uyum, Danıştay saldırısının emekli subay ve paşalarla ilişkisi, Hrant Dink cinayeti, KCK Operasyonu ve Türkiye’nin hukukileşme sürecine kurulan daha birçok kumpas ve planın somutlaştırılması, Yargı ve Emniyet Güçleri içindeki Gülenci güçler tarafından iç ve dış gizil güçlerle yaptıkları pazarlık süreçlerine göre inişler çıkışlar yaşadı, sonuç askıda kaldı, Müslümanlara yapılan komploların mahiyeti bulandırıldı. Ve şimdi şimdi anlaşılıyor ki 28 Şubat sürecinde Müslümanlara örgüt suçlaması ile yapılan operasyonlarda Kemalist vesayetin rolü kadar, onlarla paralelleşen Gülen hareketinin yargı-polis-basın gücü’nün de rolü olmuş.
27 Nisan 2007 Darbe teşebbüsünden sonra da Gülen takımının Kemalistlerle şimdi olduğu gibi farklı bir işbirliği çizgisinde AK Partiyi ele geçirmeye, olamıyorsa R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki kadroyu tasfiye etmeye dönük bir kumpas içine girdiği anlaşılmaya başlandı.
Müslüman Tutsaklara Özgürlük
Bugün 28 Şubat Darbe mantığının komplo ve iftiralarıyla cezaevlerinde yatan yüzlerce Müslüman mahkumun tutsaklığı devam ediyor. DGM’lerin verdiği hükümleri beğenmeyen birifinglendirilmiş Yargıtay’ın bozma kararları, tutsak Müslümanlara tekrar yargılama sürecinde en ağır cezaların verilmesine neden oldu. İşkenceli DGM süreçleri büyük haksızlıklara ve yaralara yol açtı.
Türkiye’de son yıllarda belirgin olarak sivil ve askeri Kemalist vesayetten kurtulma süreci yaşanıyor. Şartların iyileşmesi ile 12 Eylül darbecilerine de 28 Şubat darbecilerine de davalar açıldı. Ama hala yargı kurumu içinde Kemalist yapılanma ve Gülenci Paralel Yapı nüvelenmesi varlığını devam ettiriyor. Bu nedenle de darbeci paşalar hala cezalandırılamaz ve dışarıda serbestçe gezerken, onların işkencelerle birlikte kumpas kurduğu Müslümanlar ve diğer muhalif tutsaklar zindanlarda hukuksuzca tutuluyorlar.
Oysa mer’i yasaya göre işkence altında alınan ifadeler hükümsüzdür. Ayrıca 20 Şubat 2015 tarihinde İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, aldığı bir kararla 28 Şubat post-modern darbe etkisindeki cunta yargısının verdiği kararların resmen hükümsüz olduğunu ilan etti. Bu Türkiye’nin yargı kurumu içinde hukukileşmeye adım atmaya başladığının da bir göstergesidir. Bu adım hukuki mukayese adına ele alınmalı, işkencelerle ve ideolojik yönlendirmelerle mağdur edilen mahkumlara özgürlüklerini sağlayacak; ya da yeniden şeffaf şekilde yargılanma imkanı oluşturacak yollar açılmalıdır.
Tekrar edecek olursak. Türkiye’de son yıllarda belirgin olarak sivil ve askeri Kemalist vesayetten kurtulma süreci yaşanmaktadır. Düşünce ve inanç sahasında sağlanan hukuki iyileştirmeler, başörtüsü yasağının kamusal alanda da kaldırılması, çocuklarımıza resmi ideolojiyi dayatan Ant ritüelinin iptali, gençlerimizi militarize eden Milli Güvenlik Dersleri’nin iptali, İHO’nın yeniden açılıp katsayı zulmünün kaldırılması Çevre’ye, Müslümanlara sağlanan önemli özgürleşme hamleleridir. Kamuoyu araştırmaları ve istatistikleri değil, Hak’kın sesini dikkate alan bu iradeye ve teşebbüslere tabii ki müteşekkiriz.
Ancak bu özgürleşme ve vesayetten kopma süreci hala kırık, hala yaralı. Çünkü 28 Şubat zulmünü en ağır şekilde kumpasa gelmiş, işkenceler altında ifadeleri alınmış Müslüman ve muhalif tutsaklar yaşamaktadır. Hala resmi ideolojinin dayatmalarıyla ve 28 Şubat Birifingleri’yle verilen haksız mahkumiyet kararlarıyla binlerce mahkum cezaevlerinde çile doldurmaktadır. Bu hukuksuzluğu yapan yargıçlar ve darbeciler ellerini kollarını sallayarak dışarıda gezerken, bu zulme ve kumpasa uğrayan insanlar haksız olarak içeride yatmaktadır. Hem de İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin brifinglendirilmiş yargının bu hükümlerini geçersiz kabul etmesine rağmen.
Artık Türkiye’nin Başbakanı’ndan, Cumhurbaşkanı’ndan bile bir Dersim Katliamı vakıasını, bir Menemen komplosunu duyabiliyorsak; bu zulümlerin kaynağı olan İstiklal Mahkemeleri ve Kemalist Yargı mantığını da sorgulamalıyız. Bu mantığın mahkum ettiği yüzlerce, binlerce muhalif ve Müslüman tutsak için yaşanan tüm zulümlerin birikimini de düşünerek “Genel Af” istemini gündeme sokmaya çalışmalı; hiç değilse brifinglendirilmiş yargı kararlarının iptalini ve yeniden adil-şeffaf yargı zorunluluğunu gündemleştirebilmeliyiz.
Kaynak: Vuslat Dergisi, Nisan 2015