Ali K. Metin, Star gazetesi Açık Görüş ekindeki yazısı:
Jakoben ve/veya otoriter politikalara dayalı radikal değişim çabaları radikal tepkileri besler. Burada da toplumu hafife almamak gerektiğini, toplum dediğimiz kompleks yapının radikal mühendislik çabalarıyla kuşatılamayacağını bilmemiz gerekir.
Cumhuriyet'in kopuş mu devamlılık mı olduğu sorusu bile aslında meselenin ciddiyetini ortaya koymaya yetiyor. Genel anlamda travmatik bir sürecin yaşandığı hemen herkes tarafından kabule şayan bir tarihsel gerçekliktir. Travma kendi başına kötü de olmayabilir. Teşbihte hata olmayacaksa kangren haline gelmiş bir uzvu kesip atmak kurtarıcı olabilir. Ama galiba bu teşbihin hatası, toplumları sadece fizyolojik bir organizmaya benzetmekten ibaret değil, aynı zamanda nesneleştirmek gibi bir hatayı içermekte. Eğitimsiz ve cahil kitlelerin toplum veya kültür mühendisliğine çok müsait bir yere konulması bunda şüphesiz ki birinci derecede rol oynuyor. Ama en az bunun kadar etkili olan diğer faktör, toplum mühendisliğine teşebbüs eden aktörlerin zihniyet yapılarıdır. Bu aktörlerin, değişimin yönü ve mahiyetine ilişkin dogmatik düzeydeki inanmışlıkları ideolojik bir tutum alışı beraberinde getirmektedir. Fakat ideolojinin teorik kalıpları ile siyasetin doğası ve reel zorunlulukları arasında derin fark vardır. Siyaset sadece ideolojik, fikri "doğru"lar ekseninde yapılamaz. Yapıldığında aslında siyaset değil toplum mühendisliği yapılmış olur.
Siyasal bölünmede kültürel faktör
Cumhuriyet inkılaplarının doğruluğu bir tarafa, başarılı olup olmadığı tartışması sanıyorum epey su götürür. Başarısız demek tarihi, sosyal süreçler açısından ne kadar yanlışsa, başarılı demek de aynı anlamda yanlış gözüküyor. Hatta bu değerlendirmenin ideolojik perspektiflerle kayıtlı ve alakalı olduğunu kabul etmek zorundayız. Bilimsel parametreler üzerinden yani nesnel bir zeminde Cumhuriyet inkılaplarının kendi ideolojik isterleri açısından başarıya ulaşıp ulaşamadığına bakıldığında ise bunun net bir cevabını vermemiz zor. Bunun cevabını ancak kültürel alana bakarak verebileceğimiz malum. Buradan bakıldığında kültürel batılılaşma politikalarının yeterince başarılı olamadığı aşikar. Ama tümden başarısız olduğunu söylemek de mümkün değil. Bugün yaşadığımız geniş tabanlı siyasal bölünmelerde kültürel kimlik faktörü hala en başat seviyede duruyor. Demek ki kültürel planda ciddi bir dönüşüm yani seküler ve kültürel bir Batılılaşma da vaki olmuştur.
Jakoben radikalizm
Ancak söz konusu bu dönüşümü bütünüyle Cumhuriyet devrimlerinin başarısına bağlamak pek doğru değil. Osmanlı'dan beri gelen kültürel ve seküler bir Batılılaşma gerçeği zaten toplumun belli kesimlerinde vardı. Cumhuriyet inkılaplarıyla bunun alt katmanlara ve taşraya doğru yaygınlaştığını tarihsel bir veri olarak tespit edebiliyoruz. Aslında tam burada tartışmaya çok açık bir mesele ile karşı karşıya olduğumuzu kaydetmek gerekir. Zira Cumhuriyet döneminin tepeden inmeci, jakoben politikalarının oluşturduğu travmayla beraber, belli aksülamelleri ortaya çıkardığını da göz ardı edemeyiz. Radikal laikçi politikalar radikal tepkileri çok doğal olarak beraberinde getirdi. Bu tepkilerin cebri ve pragmatik yöntemlerle bertaraf edilmesine yönelik çabalar biraz da konjonktürel etkilerle sonuçsuz kaldı.
Söz konusu başarısızlığın bir "ideoloji" olarak doğrudan Kemalizm'le alakalı olmadığını söylemek yanlış olmaz. Sorun Kemalizm'den değil jakoben siyasetten kaynaklanmaktadır. Bunu Kemalizm'in 1930'larda geliştirilmiş bir ideoloji oluşuna istinaden söylüyor da değilim. Bütün pragmatizmiyle beraber Kemalizm'in -daha çok bir nüve halinde- başından beri var olduğu şüphesizdir. Bu nüveyi pozitivist düşüncelerin oluşturduğu dikkate alındığında jakoben siyasetin ruh halini anlamak zor olmayacaktır. Pragmatizm bu süreçte bir siyaset yapma tekniği (taktik) olarak kendisini göstermiştir. Bilahare Kemalizm'in ideolojik cisimleşmesi içinde eklektik bir içerikle ortaya çıkmıştır. Fakat eklektik de olsa bunun her halükarda batıcı/batılılaşmacı bir eklektizm olduğu yadsınamaz. Pozitizvist ilerlemecilik batı medeniyetini ve modernleşmesini hem total hem de nihai bir hedef haline getirmiştir.
İkiz karakterler
Cumhuriyet'in jakoben politikalarıyla Tanzimat döneminin Batılılaşma politikaları arasındaki tarihsel benzerlik dikkat çekici nitelikte gözüküyor. Her ikisi de pragmatik taraflarıyla birlikte batılılaşmayı jakoben ve total bir dönüşüm projesi olarak devreye koyar. Henüz daha Tanzimat Fermanı ilan edilmeden 1929'da fes giymenin zorunlu hale getirilmesi, Nizam-ı Cedit ordusuna Fransız askerlerine benzeyen kıyafetler giydirilmesi, bu minvalde II. Mahmut başta olmak üzere devlet erkanındaki kültürel bir kopuşa işaret etmektedir. Tanzimat Fermanının hemen ardından nizamiye mahkemelerinin ve Fransız ceza yasalarının getirilmesi gibi radikal değişimler hayata geçirilmiştir. Cumhuriyet'le Tanzimat döneminin konjonktürel farkı, eğitim ve yargı alanlarında görüldüğü üzere ilkinde düalist bir yapı ortaya çıkarken, ikincisinde bu düalizm 1924'te Şer'iyye Mahkemelerinin kaldırılması ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla ortadan kaldırılmış, Batılılaşmacı politikalar Cumhuriyet döneminde kendisine daha güçlü bir zemin bulmuştur. Tanzimat politikaları handiyse saltanatın kaldırılmasından laiklik ilkesine, hukuksal modifikasyondan harf inkılabına kadar Cumhuriyet'in ilk dönem politikalarıyla amacına ulaştırılmıştır. Daha açık söylemek gerekirse Batılılaşmacı politikalar, III. Selim'den beri Osmanlı hanedanında ve devlet erkanında kendisini gösteren bir eğilim olarak önce Tanzimat, ardından Cumhuriyet dönemlerinde tam anlamıyla su yüzüne çıkarak kristalize olmuştur. Sosyal, siyasal ve kurumsal realiteler çerçevesinde ilkinde daha kısmi, ikincisinde daha total bir hareket ve görünürlük kazanmıştır. Jakobenizm her ikisinin de ortak özelliğidir. Olgusal olarak değilse bile karakter olarak ikiz nitelik gösterirler.
Redd-i miras dönemi
Cumhuriyet Batılılılaşmacılığındaki "redd-i miras" tavrı elbette ayrı bir yere konulmalı. Bu açıdan Tanzimat'la kıyas edilemeyecek bir mühendislik içerdiği ortada. Bugün çok rahatlıkla konuşabildiğimiz hatta milli şuurun önemli bir tezahürü olarak gördüğümüz devlette devamlılık meselesi, o günün ideolojik koşulları içinde bir gericilik alameti olabiliyordu. Fazla iyi niyetli bir değerlendirmeyle bunu Osmanlı hanedanına karşı bir bariyer oluşturma ihtiyacıyla ilişkilendirmek isteyebiliriz. Fakat konu burada saltanatın kaldırılmasına matuf bir mesele değil, hatta buradan bakarsak Cumhuriyet'in kabulünü Türkiye'nin en büyük kazanımlarından biri olarak not etmek gerekir. Ancak gerek hilafetin kaldırılması gerekse Türk Tarih Tezi üzerinden Osmanlı'yı aradan çıkartarak yeni bir tarih ve millet algısı inşa etme çabasına girişilmesi, redd-i mirasın en somut ifadesi ve tezahürü olmuştur. Redd-i miras, siyasi zorunlulukların yanında kültürel mirasın reddine kadar giden siyasal bir fenomendir. Sadece hanedanlık kültüne/geleneğine karşı bir savunma refleksinin sonucu değil, aynı zamanda İslam'la ilgili olarak da çok netleştirilmemiş rezervleri dışa vurmaktadır. Osmanlı'nın küllerinden yeni bir millet yaratmanın peşine düşmüş bir aklın/tahayyülün göstergesi gibidir. Oysa bu, hem halkı hem de İslam'ı çok ama çok tahfif etmekten başka bir anlam taşımaz. Muhtemelen Türklerin İslam'a geçişle birlikte kazandıkları ontolojik şuuru hiç dikkate almayışın, dahası bu konudaki bilgisizliğin bir sonucudur. Bunda da pozitivist ideolojinin oluşturduğu dünya algısı birinci derece rol oynamış gözüküyor. Pozitivizm, sosyal ve kültürel mühendisliklerin çok basitçe formüle edilmesinde etkili olarak bir taraftan toplumsal travmalara sebebiyet vermiş, diğer taraftan yaşadığımız tarihsel kırılmalar sebebiyle toplumu uzun süreli patinajlara maruz kılmıştır. Sadece toplumun genelinde değil, en azından bir ihtimal dahilinde söylemek gerekirse, eğitim alanındaki tahribat ve/veya operasyonlarla entelektüel düzeyde de derin kırılmalara ve geri kalmışlığa yol açmıştır. Son söylediğimizden doğrusu o kadar emin olamadığımızı itiraf etmekte bir beis görmüyorum. Yaşadığımız kırılmaların tarihsel süreci hızlandırmış olma ihtimalini tamamen yok sayamayız. Bugün bilhassa İslamcı/Müslüman cenah içindeki düşünsel krizleri ve var olan evrilmeleri fark ettikçe zaten olacak olanı yaşadığımıza dair bir şüpheye düşmüyor değiliz. Belki de daha radikal yüzleşmeler ve üretimler için uygun vasatı sözünü ettiğimiz kırılmalar, alt üst oluş süreçleri sayesinde elde etmiş bile olabiliriz.
Bazı gerçekler
Bu süreçlerden öğrendiğimiz iki temel gerçek var. Birincisi; gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde İslam'la ilişkimizi olabildiğince net bir şekilde belirleyecek bir yoruma ulaşmadan sağlıklı bir çıkış yolu bulabilmemiz mümkün olmayacak. İslam, millet olarak bizim kaderimizi belirleyen en temel mesele olmaya devam edecek. Modernleşme süreçlerinin İslam'la bağımızı giderek müphem ve iğreti hale getireceğine dair varsayımların yanlışlığını tarihi tecrübelerimizden hareketle artık biliyor sayılırız. Tarih elbette kesin yargılarda bulunmaya her zaman izin vermez. Fakat buradan, İslam'la milletimiz arasındaki ilişkinin gücüne dair bir dikkati mutlaka edinmek gerekir.
Öğrendiğimiz ikinci önemli gerçek, jakoben ve/veya otoriter politikalara dayalı radikal değişim çabalarının yine radikal tepkileri beslediğidir. Burada da toplumu hafife almamak gerektiğini, toplum dediğimiz kompleks yapının radikal mühendislik çabalarıyla kuşatılamayacağını bilmemiz gerekir. II. Mahmut'un halk tarafından "gavur padişah" olarak nitelendirilmesi bu anlamda sıradan bir durum diye görülüp geçilemez. Modernleşme süreçlerinin halktaki anlamı ve yansımaları ile elit ve egemen sınıflar üzerindeki sonuçlarının aynı olmadığını burada tekrar etmek bile yersiz. Bilhassa kültürel plandaki radikal değişimlere karşı halkın güçlü bir reaksiyon gösterdiğini her dönem müşahede ediyoruz. Halkın tam da halk olmaklığından dolayı bunun normal bir reaksiyon olduğu, akıl yerine duygularıyla hareket eden bir kitleden bahsettiğimiz iddia edilebilir. Öyle olsa bile bu durum, kültürel mühendislik projelerinin meydana getirdiği travma ve aksülamellerin geçici olacağını göstermeye yetmez. Sadece pozitivizme olan imanın ne kadar bariz ve şedit olduğunu, aynı zamanda ne kadar da kibirli ve egoist bir şahsiyete büründüğünü gösterir. Bir tarafıyla da pozitivist ilerlemeciliğin zannedildiği kadar determinist bir evrenselliğe sahip olduğundan emin olunamadığını istemeyerekten belli eder.
Dolayısıyla radikal Batılılaşmacı politikaların toplumsal-kültürel fay hatlarını sadece tetiklemekle kalmayıp sağlıklı bir değişimin zeminini tahrip ettiği teyit edilebilir. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli noktalardan biri, modernleşme süreçleri -aşağıdan yukarıya demeyelim ama- eğer daha demokratik bir şekilde işletiliyor olsa bambaşka bir evrimleşmenin mümkün olabileceğidir. Bugün ülke olarak böyle bir süreci yaşıyor olabiliriz. Yaşadığımız kültürel travmaya ve hafızasızlaştırılmaya yönelik eleştirilerin (Cumhuriyet inkılaplarının düşünce setlerimizi yıktığına ilişkin ifadeler bağlamında) toplumda neredeyse hiçbir karşılık görmemesini sanırım biraz da böyle okumak mümkün. Bir hesaplaşmayı yapacaksak bile, bunun ortalığı velveleye vermeden ve toplumsal fay hatlarını tetikleyecek bir düzeye getirilmeden yapılması daha rasyonel ve daha pragmatik olabilir. Buna toplumsal sağduyu mu, toplumsal duyarsızlık mı yoksa siyasi pragmatizm mi demeliyiz, elbette tartışmaya değer bir meseledir.
alikmetin@gmail.com