''Türkiye'de İslamcılığın Tarihsel Gelişimi''

Akhisar Özgür-Der temsilciliğinin düzenlediği program Akhisar Belediye meclis salonunda yapıldı.

Selahattin E. Çakırgil'in ''Türkiye'de İslamcılığın Tarihsel Gelişimi'' başlıklı konuyu anlattığı program Fatih Aktaş hocanın Kur'an'ı Kerim tilaveti ve mealinin verilmesiyle başladı. Ahmet Düzgün'ün sunuculuk yaptığı programda Çakırgil özetle şunları anlattı:

İslamcılık ifadesi ‘İslam’a göre bir siyaset takib etmek’ şeklindeki isteklerden oluşan sosyo-politik cereyanı ifade etmektedir.

İslamcılık, denilebilir ki, son yüzyılda çıktı karşımıza, bir çare ve çözüm projesi olarak.Bir toplumun veya toplumların gidişatının sağlıksız olduğu fikrinin yaygınlık kazandığı dönemlerde, çözüm projelerinin öne sürülmeye başlanması tabiîdir.

 Hz. Peygamber (S) döneminde müslümanlar arasında muhtelif cereyanlar yoktu.. Yeni bir toplum modeli doğuyordu ve Resul-i Ekrem (S)  ümmetini,  ve toplumu ve çağını Kitabullah’ın hükümlerine göre şekillendirmeye çalışıyordu. Bu, İslam siyaseti  idi.. Toplumu, dünyayı ilahî   doğrulara göre yeniden kurmak çabası..Ancak, bu siyaset, daha sonra ne kadar başarıyla sürdürülebildi, o ayrı konu..

Miladî-18. yüzyılın ortalarında Avrupa, termo-dinamik kanunlarını ve ‘buhar gücü’nü keşfeder ve 1750’lerde ilk lokomotifi harekete geçirirken, dünyaya yine ayak uyduramadık, dünyadaki gelişmelerden geri kalmamak gerektiğini pek anlayamadık..

Müslüman toplumların hele de son 300 yıldır, derinden derine bir arayış içinde olduğu söylenebilir.. Ondan önceki dönemlerde de herşey mükemmel değildi, ama, ciddî bir problem olduğunun farkına varılamamıştı, herhalde..

Bununla, müslüman halk kitlelerini suçlamak geleneğine tutunduğumuz  sanılmamalı.. Hiçbir maddî, manevî, ve kültürel kalkınmayı, herhangi bir halkın ‘avam’  kitleleri sağlamamıştı.. Ama, yazık ki, medreselerimiz -Âkif’in Safahat’ta çok çarpıcı şekilde anlattığı üzere- asırlarca,dünyada da, uqbâda da işe yaramıyacak konularla oyalandı..

Biz hâlâ, derin uykulardaydık, hâlâ ve sadece askerî güç ve zaferleri gözetlemekteydik..Avrupa karşısında, askerî alanda da geri kaldığımızı hissettiğimizde ise..İş işten geçmiş ve geride bir utanç ve yeni nesillerin zihninde de aşağılık duygusu kalmıştı..

Bu bakımdan,

‘Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm;

Dolaştım mülk-i İslam’ı; bütün  viraneler gördüm..’

diye yakınan Ziyâ Paşa, çok yanlış da söylemiyordu.. Gerçi, diyar-ı küfr içinde de nice virâneler vardı; ama, sanayileşen diyarlara ayak uyduramadığımız da ortadaydı..

Zaman tünelindeki yolculuğumuz böyle, yüzlerce yıl sürdü..Halkın çocuklarına da açık olacak şekilde ilk mektebleşme sürecine geçişimiz bile, 19. yüzyıl ortalarına doğru gerçekleşebildi..Ama, çok geç kalmıştık..Ve, geç kaldığımızı hemen herkes hissetmeye, farketmeye başlamıştı..Çünkü müslümanlar bu geri kalışı kabullenemiyorlardı.. Ama, neyin nasıl düzeltileceği de bilinemiyordu..

İşte öyle bir dönemde.. 1800-1850’lerde karşımıza ‘Tanzimat kafası’  çıkıyordu.. Bu kafa, sadece Avrupaî dış görüntü ve kılık-kıyafeti kabullenerek modern dünyaya yetişilebileceğini sanıyordu. Memurlara setre pantalon, sarık yerine fes, redingot tipi paltolar giydirmekle, kolalı gömlekli katibler özentisiyle.. (Ki, bu özentiler, o dönemden bir asır kadar sonralarda, en sınır tanımaz ve en dayatmacı usûllerle devrim diye sahnelenecekti..)

İşte o ağır sosyal şartlar altında, geri kalmışlık daha net olarak ortaya çıkarken, toplumun içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtarılacağına dair akıl yürütmeler gündeme daha sistematik olarak gelmeye başlıyordu..

Belli başlı üç tarz-ı tefekkür vardı:

1-İslamcılık..

Bu çözüm önerisini yapanlar, toplumun İslam’a göre düzenlenmesini istiyorlardı, ama, bununla neyi kasdettiklerini anlatamıyorlardı.. Belki de bilemiyorlardı bile.. Genelde, Hz. Peygamber(S)’in Asr-ı Saadet dönemi uygulamalarına dönülmesini isteniyordu. Kimileri, modernizm/ asrîlik/ çağdaşlık adına Avrupa’dan gelen her yenilik ve yeni fikre karşı direnmek gerektiğini söylüyorlardı. Ama, bunun nasıl olacağını yine kestiremiyorlar; sadece, yapılan saldırılara İslam adına karşılık vermeye çalışıyorlardı.. Avrupa’dan teknoloji ürünleri alınabilirdi, ama,Avrupaî denilen yaşayış tarzı, hayır!..

2-İttihad-ı anâsır-ı Osmaniyecilik..

Yani, Osmanlı’nın bütün halklarının birliği görüşü.. Bu görüşü savunanlar, ‘müslümanların üstün, ötekilerin ikinci sınıf olduğu’ şeklindeki hâkim anlayışın artık bir kenara konulmasını ve hangi dinden olursa olsun, bütün Osmanlı vatandaşlarının eşit haklara sahib olduğu vurgusuna ağırlık verilmesini istiyorlardı.. Devletin devamı için, belki böyle bir çare bulunabilirdi..

3-Mustagriblik, Garbçılık/ Batıcılık..

Bu üçüncü cereyan ise, Avrupa’nın, kayıdsız-şartsız model alınmasını düşünüyorlardı.. Bunlar kimisi kavmiyetçiliği esas alıyordu, kimisi laikliği; kimisi Avrupaî yaşayış tarzının kayıtsız-şartsız  kabul edilmesini.. Bu cereyanın bağlıları, Avrupa’dan sadece teknolojik yenilikleri almakla ilerleme olmayacağını, bir medeniyet ve kültürün bölünme kabul etmez bir bütün olarak algılanması gerektiğini ileri sürüyorlardı.. Yeni Osmanlılar, Jön-türkler  ve sonra da İttihadçılar diye isimlendirilen, daha sonra da kemalistler denilenler bu üçüncü gruptan idiler.

Ve öyle bir hengamede, halk ise, ortada yoktu.. Çünkü sistemin adı, saltanat idi ve iktidar,Saray / İlmiyye (ulemâ) ve Seyfiye (kılıç ehli olanlar, ordu) arasındaki dengelere göre şekilleniyordu..Yukarıda, Halife vardı, Şeyhulislam vardı, Bâb-ı Meşihât vardı, Ulemâ vardı.. İşte böyle bir ortamda.. Halk ise, vergi vermek, askere gitmek ve itaat etmekle mükellef idi..Halk, ülkenin mes’eleleri hakkında nasıl görüş belirtebilirdi?

1517’de, Yavuz Selim’in Mısır’ı da hâkimiyeti altına almasını takiben, son Abbasî Halifesi Mütevekkil’den devralınan Hılafet, 400 yıla yakın bir süre, doğru dürüst hatırlanmamışken;  Sultan 2. Abdulhamid döneminde, dünya çapında, İslamcılık siyasetinin bir aslî unsuru olarak, etkili şekilde kullanılmaya başlandı..

Osmanlı’nın oldukça zayıflamaya başladığı bir sırada,  İslamcılık siyaseti diplomasi alanında da oldukça etkili şekilde kullanılmaya başlanıyordu.. Ama, miladî-19. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkan bu yöntem arayışları içinde, bir İslamcı siyaset takib edilmesini önerenler tefekkür planında zayıf kalıyorlardı..

O dönemde, Abdulhamid’in İslamcı bir siyaset izlemesinin etkilerini görüp korkan ingiliz emperyalizmi, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra, Kaanûn-i Esasî’yi / anayasa’yı yürürlüğe koymakla yetinen İttihadçılara kızgındır. Çünkü, onlar, kendilerini asıl korkutan güç odağının, Khılafet’in  kaldırılmasını beklemektedirler. Ama, İttihadçılar  henüz o cesareti bulamamaktadır kendilerinde..

Başlangıçta İttihadçı olup sonra onlardan ayrılan ‘ filozof’ lakabıyla bilinen ve bir ara İstanbul Dâr-ul’Funûnu (üniversitesi) rektörlüğü yapan Rıza Tevfik, Londra’ya gittiğinde, İstanbul’da ingiliz sefiri iken emekli olup Londra’ya dönmüş olan eski dostu Lord Nicholson’u ziyaret eder, ama, onun kendisine soğuk, mesafeli davrandığını hisseder ve bunun sebebini sormaktan kendisini alamaz.

Nicholson’un cevabı ilginçtir:

-Dostum, biz size o kadar büyük yardımları, sadece Meşrutiyet ilan edip, Kaanûn-i Esasî(anayasa)’yı yürürlüğe koyasınız diye değil, Hılafet’i kaldırasınız diye vermiştik..

Rıza Tevfik anlamakta zorlanır:

-Lord cenabları, İngiliz devlet-i fahimânesini Hılâfet makamı niçin bu kadar ilgilendiriyor ki?

Nicholson’un  karşılığını yine ilginç ve uyarıcıdır:

-Dostum Rıza Tevfîk, biz (başta Hind olmak üzere) bütün denizaşırı sömürgelerimizde yüzmilyonlarca müslümanı kontrol altına alabilmek için, milyarlarca ingiliz lirası harcıyoruz, yine de başarılı olamıyoruz, ama, Halife’nin, selam-ı şahanesini ve Hâfız Osman hattıyla yazılmış bir Kur’an’ı taşıyan hey’etler o yüzmilyonları itaat altına alıyorlar.. Biz işte bu gücü bertaraf etmek istiyorduk.. Size yardımlarımız bunun içindi..’

İngiliz emperyalizmi, 1908’deki Meşrutiyet ilanıyla ulaşamadığı o emellerine 15 sene sonra,Lozan’da ulaşacak ve aynı emellerini M. Kemal eliyle gerçekleştirecekti..

Evet, İslam değil, ama müslümanların hükûmeti ve bütün zaaflarına rağmen müslümanların elindeki büyük bir güç olmaya devam eden ve ıslah edilmesi halinde müslümanların ve İslam’ın hizmetinde olması mümkün olan Osmanlı, en çok da işte o İslamcılık siyasetine ağırlık vermesinden dolayı parça parça edildi ve bugün o topraklarda 30’dan fazla başkent,  kutsal sayılan 30’dan fazla ulusal bayrkalar, ulusal sınırlar, biribirlerine diş gıcırdatan ulusal ordularvar. Yıkılmış, parçalanmış bir ümmet manzarası.

O günkü dünyada, müslümanların elindeki iki müstakil devlet olarak İran ve Osmanlı vardı.. İran, son özellikle de 500 yıldır şiîlik adına hükmeden bir Şahlık rejiminin elindeydi.. Ve Osmanlı ise, nazarî/ teorik olarak bütün sünnî toplumların temsilcisi ve lideri durumundaydı..

Ancak, Osmanlı’nın, 625 yıllık bir devletin tarih sahnesinden atılmasıyla müslüman halklar büyük bir travma yaşamış olsalar bile; bu durum onlara, kendi iradelerine, kesin doğru kabul ettikleri kendi inanç ölçülerine göre bir dünyada yaşamak hedeflerinden kopmalarını getirmeyecek ve o arzu, erişilmesi gereken bir kutsal hedef olarak kalb ve beyinlerdeki hükmünü sürdürecekti..

Bir halkın nasıl yönetileceğine dair iradeyi ortaya koymak hakkı, batlı egemenlerin ancak kendilerine  aid bir hak idiyse de, bu hakk, müslüman toplumlara verilemezdi.

Müslüman halkların  öze dönüş çabaları ve kendilerini yönetme taleblerini dünya çapında yükseltmeye çalışmaları, İslam’ın dünya gündeminde son 100 yıl boyunca olmadığı şekilde yeniden dikkate alınmasına yol açtı..

Kervanımız yola yeniden koyulmuştur; bütün müslüman coğrafyaları dipten gelen dalgalarla harekete geçmiştir..Ve bugün, müslüman toplumlar her ne kadar aqıdevî açıdan tartışılabilecek eğilimler gösterseler ve de, amelî açıdan çok da sağlıklı bir çizgide olmasalar bile..İslam’a göre, kendi inanaçlarına göre yönetilmek taleblerini giderek daha bir güçlü şekilde ifade ediyorlar..
Müslüman coğrafyalarında, birkaç istisnasıyla, büyük çapta, sulta rejimleri, zorbalığa dayanan, diktatörlüğü dayanan baskıcı düzenlemeler sürür giderken, müslüman halkın umudunun, beklentisinin sadece İslam olduğu ve kendilerini İslam’a nisbet edenlere olduğunun son bir örneği, Türkiye’de yapılan seçimlerde, kemalist laik rejimin cenderesinde yapılmasına rağmen, müslüman halkımızın ortaya koyduğu tablodur..

Bugün, İslamcılık siyasetinin takib edilmesi talebleri, hemen bütün müslüman coğrafyalarında giderek daha bir yükselmektedir.. Toplumlar, ‘yaşayacaksak da, doğruluğuna inandığımız bir yolda yaşayalım; öleceksek de, yine o yol için..’ anlayışına daha bir itibar etmektedir..

O halde, İslamcılık siyaseti bitmek ne kelime, tam tersine.. Emperyalist uygulamalara karşı koymaya çalışan beşerî irade kaynaklı bütün direniş cereyanları iflas ettiği bir zaman diliminde, sadece İslamcı hareketler onca tökezletme çabalarına, baltalamalara rağmen ve de,haramîlerin tamtam seslerine aldırmaksızın; görkemli yolculuğunu sürdürmektedir.

Program sorulan soruların cevaplanması ile son buldu.

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi