Yasin Aktay / Yeni Şafak
Sosyolojide ve din eğitiminde kim, neye niyet, neye kısmet?
Sosyolojide toplum mühendisliğinin pozitivist iyimserliğinin ötesine geçmemize yol açan en önemli keşif, projelerin hedeflenen sonuçlarından çok hedeflenmeyen, niyetlenilmeyen hatta hiç de istenmeye sonuçlarının çok daha belirleyici olması. Bu keşif aslında bir disiplin veya meslek olarak sosyolojinin altını oyan bir sürü hayal kırıklıklarının ardından gelmiştir. Dinin, milliyetçiliğin, köylülüğün dönüşümüne ve sanayileşmenin nihayetinde alacağı şekle, sınıfların nasıl şekilleneceğine ve neler yapabileceğine dair sosyolojinin ilk öngörülerinin neredeyse hiç birisinin tutmamış olduğu görüldüğünde sosyoloji dönüp kendi üzerinde düşünmek zorunda kalmış ve bir tür “düşünümsellik” mecrasında ilerleme yolunu seçmiştir.
Sosyoloji diyorsam da hangi sosyoloji, kimin sosyolojisi diye bir itirazın gelmesini de beklerim tabi. Neticede disiplinin tek bir elden ve kanaldan belirlenen bir mecrası yok. Bahsettiğim şey belki ana akım sosyoloji.
Kariyerinin son zamanlarında Tony Blair’e danışmanlık yapmış olan meşhur İngiliz sosyolog Anthony Giddens’ın meşhur “eylemin istenmeyen sonuçları” başlığı altında sosyal mühendisliğin sınırları ve imkanlarına dair ortaya koyduğu çerçeve düşünümsel sosyoloji adına önemli ve bir o kadar da zorunlu bir hat açmıştır. Sosyolojiden bir toplum mühendisliği beklentiniz olsa da toplumun kendisi inşaat veya makine gibi bütün proje bileşenlerinin veya faktörlerinin tespit edilip laboratuar ortamında uygulanabildiği bir alan değil. Toplum canlı bir alan ve hakkında ürettiğiniz bilgi toplumu bir yandan da değiştirip dönüştürebiliyor. O bilgi toplumu dönüştürecek kadar güçlü olmasa bile hiçbir bilgi toplum içindeki bütün faktörleri hesaplayamıyor. O yüzden iş gelip edebiyatın, şiirin ifadelerine müracaat etmeyi gerektiriyor: “kaderin üstünde de bir kader vardır.”
Türkiye’de sosyolojiden beklenen tam tamına en kaba haliyle bir toplum mühendisliği olmuştur, ama sosyolojiden bunu bekleyen siyasetçiler sosyolojinin mühendislik iddialarından vazgeçtiği bir dönemde bunu beklemişlerdir. Sonuç elbette hüsran olacaktı. Yaptıkları mühendisliğin sonucunda epey hafriyat, epey yıkım yaptılar ama hiçbir zaman yapmak istediklerini yapamadılar.
Kurmak istedikleri toplum için eski toplumu, kurumlarıyla, toplumsal ilişki ve tabakalarıyla, hayat tarzlarıyla yıktılar, yerine kafalarına göre tasarladıkları projeleri uygulamak suretiyle bir başka toplum inşa etmeye çalıştılar. Ortaya çıkan şey onları da hiçbir zaman memnun etmedi, hiçbir zaman kafalarında tasarladıkları hedefe ulaştıkları duygusuna kapılmadılar. Yıktıkları toplumun enkazı üzerinde, nüfuz edemedikleri alanlardan eski yapının kalıntıları tekrar canlanmaya yüz tutunca yaşadıkları büyük hayal kırıklıkları ve direnişin gerilimi yüzyılımızın siyasi tarihinin de bir başka ifadesidir.
Neticede uygulamaya sokulan toplum mühendisliği projesiyle bir hedef topluma ulaşılmaya çalışıldı, ulaşılamadı. Hatta yaptıkları şeylerle hiç istemedikleri gelişmelerin önünü de açtıkları oldu. Tabi bu onların fazilet hanesine yazılabilecek bir şey değil. Okunup içindeki (haşa) saçmalıklar anlaşılsın ve gençler iyice soğusun diye Türkçe tercümesini yaptırdıkları Kur’an bu sayede belki daha da okundu ve insanları soğutmak bir yana, insanların hayatına daha fazla girmiş oldu. İmam-Hatip okullarını ve İlahiyatları açmaktan gaye dinin özünde hurafe olan gerçekliğini kitlelere daha iyi anlatacak “aydın din adamları, din sosyologları, tarihçileri ve filozofları” yetiştirmek olarak ifade edildi. Ama zamanla bu kurumlar bambaşka bir yere evirildi ve bugün Müslüman halkın ihtiyacı olan aydınlarını, dini alan uzmanlarını da yetiştirdi.
Zamanla o okullarda yetişenler arasında tam da o toplum mühendislerinin istediği türden ilahiyatçılar da yetişmiyor değil tabi.
Bu anlattığımız halen içinde yaşadığımız gerçekliğin kısa bir tarihi. Esasen bütün kurumlarımız, ilişkilerimiz bu tarihin içinden şekilleniyor. Var olan kurumları eleştirirken de değerlendirirken de bu tarihi ve sosyolojik koşulların bağlamından uzaklaşmamak durumundayız. Öbür türlü bugün için olabildiğince ütopik bir idealizmle büyük laflar etmek kadar kolayı yok. Her şeyin en mükemmelini hepimiz isteyebiliriz, ama bunu istemek için hangi tarihsel süreçlerden, mücadelelerden geçmemiz gerektiğini veya şimdi buraya nasıl gelmiş olduğumuzu unutmadan…
Bugün İlahiyat Fakülteleri ile medreseler arasında yaptığımız karşılaştırmalarda da mevzunun hangisinin müfredatının veya kuruluş felsefesinin ne olduğuna dair karşılaştırmalardan çok daha derin olduğunu unutmamak gerekiyor. Daha önce atıf yaptığım merhum Prof. Dr. Erol Güngör konuyu yaşadığımız çağda bir uyanış içinde olan İslam dünyasına liderlik yapacak, İslam düşüncesini siyasi ve fikri sahada temsil edecek aydınlar başlığı altında inceliyor. Soru bunu İlahiyatçılar mı medreseliler mi yapar sorusundan çok daha derin.
Bu aydınların halkla veya devletle ilişkileri ayrı ve elbette önemli bir sorudur. Ama bu konuda da ne devlet her zaman aynı devlet, ne aydınlar her zaman aynı aydınlar oluyor. Bu ilişkinin bütün zamanlar ve bütün bağlamlar için geçerli tek bir formu olmuyor.
Türkiye’de devlet-din ilişkilerinin yüzyıllık tarihinin ilk zamanlara ait fıkhı ile bugünlere ait fıkhı aynı değildir. Dini topyekûn hurafe sayıp yok etmeye çalışan, dine ve dindarlara karşı mücadele etmeyi misyon edinen bir devlet ile dini insanların özgür bir alanı sayan ve bu özgürlükleri temin etmeyi misyon edinen bir devletle din arasındaki ilişki nasıl aynı olabilir?
*
Star Gazetesinden değerli arkadaşımız Ergun Yıldırım, İlahiyat ve medreseler bağlamında popülizm ve devletle ilişkiler sürecini bütün karmaşıklığıyla ele aldığımız yazılarımızı asla kullanamayacağım bir cümleyle özetlemiş: “Yasin Aktay, Erol Güngör’den yola çıkarak medreselerin devletten bağımsızlığının zararlara yol açtığını ileri sürüyor. Çünkü halka bağlılığın hurafelere yol açtığını belirtiyor.”
Yanlış özet tabi, tam CHP medyasının özetlemesi gibi olmuş hatta. Bilakis medreselerin laikçi devlete karşı sergilemiş olduğu hayatta kalma mücadelesinin bugün İlahiyatları hala beslemeye devam eden ruhu temsil ettiğini defalarca söylemiş olduğum halde.
Konuyu hakikaten bir medreseler-ilahiyatlar dikotomisinin ötesine, hakkını yemeden, ama gereksiz yüceltmelerden de kaçınarak taşımak gerekiyor.