Türkiye nasıl ve hangi yönde ilerleyecek?

KENAN ALPAY

Almanya Başbakanı Angela Merkel'in dünkü değerlendirme toplantısında kurduğu cümlelerden birisi de şuydu: “AB-Türkiye ilişkilerinde istediğimiz kadar ilerleme sağlayamadık.” Konu üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşacak olsaydı benzer bir cümleyi o da kurardı. Hatta daha sert bir dizi cümle kurup Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı sorumluluklarını yerine getirmediğini, ayrımcılık yaptığını ve nihayet tecrit ve tehdit politikası yürüttüğünü ifade edebilirdi. Aslında edebilirdi değil henüz geçen hafta “kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz” cümlesini kurduğunda da bu tür vurgular yapmıştı.

Fakat çarpıcı manşet atma kaygısıyla önü arkası tıraşlanan konuşmasında Erdoğan bir taraftan Avrupa’yla ilişkilere verdiği önemi vurgularken diğer taraftan Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik olumsuz tutumları terk etmesi çağrısı yapıyordu. Erdoğan’ın yaptığı “bize ayrımcılık yapılmasın, Türkiye’ye yönelik aleni düşmanlıklara alet olunmasın” çağrısı Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde sağlıklı bir mesafe kat edilebilmesi için kuruluyor elbette. AB’ye sözlerini tutma çağrısıyla Amerika’ya yönelen “müttefik ülke gibi hareket et” çağrısının eş zamanlı olarak aynı konuşmada geçmesi nasıl bir denge kurulmak istendiğini de işaretliyor. Çünkü Avrupa ve Amerika ile ilişkileri geliştirmek üzere hareket eden Türkiye’nin Batı’nın menfaatleri doğrultusunda Rusya ve İran’la komşuluk ilişkilerini düşmanlığa çevirmeyeceği bu çağrı sırasında da ilan ediliyordu. Ayrıca Suriye ve Libya’dan başlayıp İslam ülkeleriyle çok derin ve çözüm odaklı ilişkilere dikkat çeken çalışmaların meşruiyetini şu cümle takip ediyordu: “Hiç kimsenin Türkiye'yi yalan argümanlarla tecrit etmeye ve tehdit etmeye hakkı yoktur.

Tecrit ve Tehdit Sürerken Normalleşme Olur mu?

Peki, Avrupa Birliği ne istiyor, neler bekliyor? Mesela Avrupa Birliği Komisyonu Sözcüsü Peter Stano, dünkü basın toplantısında, Oruç Reis sismik araştırma gemisinin Antalya Limanı'na dönüşünü olumlu bir adım olduğunu ifade etti. Ancak AB’nin “gerilimi azaltma ve yapıcı diyalog” diye Türkiye’ye dayattığı bir politik, askeri ve stratejik çizgi var. Bu çizgi her ne olursa olsun Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’e ilişkin tezleriyle Türkiye’yi tecride dayanıyor. Çünkü AB, Ege ve Akdeniz’de meşru hakların korunması ve egemenlik mücadelesinde önemli sembollerden biri olan Oruç Reis gemisinin sadece bir süreliğine Antalya’ya çekilmesini değil Türkiye’nin gemisiyle beraber egemenlik haklarını da adeta limanda çürütmesini talep ediyor. Üstelik AB bu çirkin talebini Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve stratejik sahada en çok sıkıştığı hesabı üzerinden daha bir yükseltiyor. Ancak Avrupa ve Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de Trump’ın gidişi sonrasında Biden’ın sıkı bir baskı hatta güçlü bir yaptırım ve kısmi ambargo uygulayacağı yönünde beklentiler de yükseliyor.

İşte tam da böylesi bir vasatta Katar ile Türkiye arasında bir dizi anlaşma yapıldı. En önemlisi Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın çekildiği Borsa İstanbul’un %10’luk hissesinin Katar tarafından alınmasıydı. Satış bedeli ve şartlarının ne olduğu yönündeki şeffaflık çağrı ve taleplerinin boşlukta bırakılmaması gerekir. Finans, tekstil, sağlık, liman işletmeciliği gibi yatırımların ardından Adapazarı’ndaki Tank Palet fabrikasına BMC’nin %49 ortağı olarak girişiyle birlikte Katar’a ve Katar’la işbirliği yapılmasına yönelik ağır bir muhalefet başlatıldı. Bunların bir kısmı haklı soruları, meşru kaygıları ihtiva ediyordu. Ancak bir kısmı düpedüz Arap karşıtlığı, ırkçı-ayrımcı tutumlardan beslenen söylem ve tutumlardı.

Gerilim Büyürken, Çatışma Yayılırken

Irkçı-ayrımcı söylemleri ilişkin tartışmayı şimdilik bir kenara bırakarak şu birkaç soruyu soralım: Hangi devlet Borsa İstanbul’da %10 hisse almaya talipti de Türkiye engel oldu? Tank modernizasyonu projesine hangi ülke teknik ve sermaye yönüyle yatırım yapmak üzere girişimde bulundu da Türkiye reddetti? Veya sadece Amerika, İngiltere, Almanya değil Rusya ve Çin dâhil 49 ülkede 600 Milyar dolara yakın yatırımı bulunan Katar’ın birkaç milyar dolarlık yatırımı Türkiye’ye gelince mi güvenlik sorunu oluşturuyor?

Türkiye’nin Katar’la ilişkisi bu düzey ve kapsamda olmasaydı Körfez’le hemen hiçbir teması kalmayacaktı. Katar’a yönelik ambargoyu delme ve darbe girişimi püskürtmek üzere askeri üs kurmasıyla Türkiye Körfez’de uzun erimli ve sağlam bir adım atmıştır. Son iki haftadır Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye yönelen sempatik mesajlar, ilişkileri yumuşatıp geliştirmeye matuf adımların gösterdiği birçok hakikat var. Amerika ve İsrail’e dayanarak İslam coğrafyasının her bölgesinde darbe ve iç savaş kışkırtarak saltanatını koruyabileceğini zanneden Suudi Arabistan sadece Trump’ın seçimi kaybetmesiyle bile duvara toslamaktan kurtulamayacak bir çap ve ufuksuzlukta olduğunu fiilen itiraf etmiştir.

İran’ın nükleer programını en üst düzeyde temsil eden isimlerin birer birer suikastla öldürülmesinin ardından Muhsin Fahrizade’nin de üstelik Tahran’da çok kapsamlı bir planla katledilmiş olması bölgedeki gerilim kesintisiz bir biçimde süreceğinin en kuvvetli delillerinden biridir. İsrail’in bölgedeki suikast ve sabotaj faaliyetlerine yönelik korsanlıklarını Avrupa dil ucuyla kınayamıyor, Amerika ise gayrı resmi kanallardan destekliyor hala. Ne var ki; İran halen intikam filan derken hiçbir Siyonist ve emperyalist devlete yönelmeyip yine Suriye, Irak ve Yemen’de Sünni Müslümanları katletmek üzere harekete geçiyor. Ermenistan’ın işgal ettiği toprakları terk etmesinden, Azerbaycan’ın zafer kazanmasından, Türkiye ve Azerbaycan arasında Nahcivan üzerinden koridor açılmasından İran’ın ne derece rahatsız olduğu zaten aşikâr.

Yaşadığımız gerilim büyüyecek, çatışmalar yayılacak. Adalet ve şeffaflığı esas alan, hukukun üstünlüğünü merkeze koyan, sosyal refah ve güvenlik standardını yükselten siyaset tarzı kazanacak. Reform çağrısı bütün sabotajları ve barikatları aşarak hızla hayata geçirilmeli. Çünkü hamaset ve trol mantığı, polemik ve abartılı beka söylemi ülkeyi çıkmaz sokağa mahkum eder.

 Yeni Akit