Türkiye medyasından evlere süzülen: Stratejik deha, NATO tuzağı, Ukrayna cuntası

​​​​​​​Faşizm. Faşizm mi dediniz? Önce bir Rusya’ya ve Putin’e baksak mı acaba? Suikastler. Zehirlenmeler. Hapisteki muhalifler. Adaylığı yasaklananlar. Basın üzerindeki iktidar tekeli. 

Halil Berktay / Serbestiyet.com

Türkiye, sağıyla ve soluyla yeryüzünün en yüksek, en ileri kültürüne sahip. Paha biçilmez bir entellektüel elitimiz var. Gazeteciler, köşe yazarları, yeni parlayan bir kısım öğretim üyeleri, güvenlik uzmanları, emekli general ve amiraller. Her gece kimbilir ne fedakârlıklarla, istemeye istemeye, “gene mi“ diye oflaya puflaya ekranlara çıkıyorlar. Buna rağmen bilgi ve görgülerini cömertçe paylaşıyorlar. Nesnel, bilimsel, asla partizan ve militan olmayan bir tavır içindeler. Kesin verilerden hareket ediyorlar. Palavra yok, uydurma yok. Çok dikkatli, çok ölçülü konuşuyorlar. Söyledikleri her lâfın, ihtiyatla kaydettikleri her öngörünün önünü arkasını inceden inceye hesap ediyorlar.

[6 Mart 2022] Dünya bizi kıskanıyor. (Zaten biliyorsunuz, dünya bizi hep kıskanıyor. Akılları fikirleri, büyüme ve gelişmemizi kösteklemekte.) Fakat ne çare; nankör bir toplumuz. Problem bizde, sivil toplumda. Nedense biz bu yerli ve millî düşünürlerimizin kıymetini bilmiyor; gülüyor, dalga geçiyor, hemen delik deşik etmeye kalkıyoruz.

İtiraf edeyim ki ben de zaman zaman düşüyorum bu sevgisizliğe. İçten içe sezinliyorum ki, aslında inanmak ve bağlanmak arzusundayım. Aidiyet ne müthiş bir şey! Bir cemaate, bir mahalleye sorgusuz sualsiz mensubiyet! Ne büyük bir rahatlığı var, her türlü şüphe, tereddüt ve sorgulamayla aranıza böyle paradigmatik bir duvar örebilmenin! Bilmez miyim? Bir zamanlar ben de böyleydim. Nâzım gibi: “Kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden / büyük kavgada / açık ve endişesiz / girdim safıma.” Yok, yalan bu. O nida ve sual işaretleri belki hep mevcuttu. Ama bastırıyordum. Negatif düşünce başlangıçlarını sürdürmüyor, sonuna kadar götürmüyordum. Bir kamp, bir kimlik, bir yol, bir dâvâ, bir parti. Yol = tarik = tarikat. Patika bağımlılığı. Çıkamıyor, ayrılamıyordum.

Sonunda çıktım tabii (otuz beş yıl oluyor). Şimdi ise, hüzün ve istihzayla karışık bir gıptayla bakıyorum, yeni (veya eski) dâvâlara bu kadar topyekûn bağlanabilenlere. Ama dönemiyorum, bu obsesif inanma ihtiyacına. Zehirlenmişim bir kere. Aydınlanma, rasyonalite, eleştirellik, özgürlük, materyalizm. Hepsi içime işlemiş, kemirmiş, mahvetmiş beni. Herhalde bu bir tür hastalık? İtiraz etmeden duramıyorum.

*     *     *

Kâinatın ve insanlığın büyük sorunları gibi, maalesef küçük ve günlük sorunları da kapsıyor bu iflâh olmaz inkârcılığım. Yeri geliyor, televizyon ekranlarının yüce otoritelerine, “bir bilen”lerine, ya da hattâ sosyalist soldan arta kalan Kutsal Aile’ye dahi dil uzatıyorum (*). En son, böyle üç takıntı peydahladım geçen haftalarda. (1) Putin’in “stratejik deha”sı. Ya da bir “stratejik deha” örneği olarak Putin. Rusya’nın saldırısının ilk iki gününde çok duyduk bunu, özellikle iktidar kanallarından. Neymiş yani bu deha, hele stratejik deha, anlayamadım gitti. Ne yaptı ki Putin, iki ay boyunca? Ukrayna’nın toplam 120,000 tahmin edilen silâhlı kuvvetlerine karşı, giderek artan bir yığınak yaptı ve sonuçta 190,000’lik bir gücü konuşlandırdı, alenen hedef aldığı ülkenin üç tarafında. Hiç de fazla maskelemedi amaçlarını. Sadece, “istilâ ve işgal amacım yok, bunlar sadece askeri tatbikat” diye kaba ve basit bir yalana sığındı. Bir gerçek payı taşıyordu belki: işin açık çatışmaya varmayacağını, buna gerek kalmayacağını umuyordu. Tehdit ve baskı yoluyla yıldırıp teslim almayı amaçladı. Batı birleşemez, Ukrayna direnemez, Zelensky de bırakıp kaçar sandı.

Bir, deha denebilecek herhangi bir incelik bunun neresinde? Tersine, hepsi kalınlık ve odunluktan ibaret. İki, devamında bütün hesapları yanlış çıktı Putin’in. Zelensky kaçmadı. Ukrayna pes etmedi. Batı giderek birleşti ve tâviz vermedi. Sonunda, kanımca siniri bozuldu. Savaşa da hiç öyle iyi düşünülmüş bir hesapla değil, geri adım atamadığından girdi. “Hitler ve Nazizm gibi bir güç, macerasının ve ideolojik vizyonunun hiçbir noktasında, savunmada duramaz, savunmayla yetinemez. Başarısı, hattâ varlığı, sürekli taarruzda olmaya bağlıdır.”

Bir zamanların büyük anti-faşist mücadelesinin bu dersi, bugün de Putin için geçerli. Çekilemiyor, çekilemez, son geldiği ve konuşlandığı politik mevzilerden. Böyle bir zaafı, tâvizi, uzlaşmayı kabul edemez. Bu da, stratejik deha şöyle dursun, aslında büyük bir katılığı, esnek manevra yapamazlığı beraberinde getiriyor. Lütfen, direkt çatışmaya giden son adımları nasıl (paldır küldür) attığına yakından bakalım. Ansızın otuz kişilik Ulusal Güvenlik Konseyi’ni topladı. Sırf tiyatroydu; bir bakın en tepedeki fotoğrafa. Diktatör herkesten ayrı ve uzakta oturmuş. Yapayalnız. Tek Adam. Etrafında, herhalde 20 metre ötesinde, yarım daire halinde dizilmiş küçükler. Oturdukları yerden konuşmuyorlar. Lider kendilerine sorduğunda, tek tek ortadaki mikrofona gidip görüşlerini orada, ayakta belirtmeleri gerekiyor.

Böyle bir neo-Stalinist mizansen. Ama neden bu müzakere ve birlik görüntüsüne ihtiyaç duyuyor? İlginç. Geçelim. Bu toplantıların ardından, Ulu Önder bir akşam Donetsk ve Luhansk’ın bağımsızlığını tanıdığını ilân ediyor. Tepkiler yükselirken, o uğultu içinde bir de Rus ordusunun söz konusu ayrılıkçı bölgelere “barışı korumak” için, bir “barış gücü” sıfatıyla girmesini emrediyor. Derken ertesi gün, bu sefer genel taarruz emri veriyor. Her birinden sonra ortada herhangi bir ültimatom yok; somut bazı talepler yok; Batı’ya ve/ya Ukrayna hükümetine bu uğurda herhangi bir süre tanıma da yok. Öyleyse bu tırmanış adımları neden böyle ayrı ayrı, kopuk kopuk? İnsana ister istemez bu eşsiz stratejik dehamızın çok da ne yapacağını bilmediğini, kararsız kaldığını, onu da yapsam mı bunu da yapsam mı diye tereddüt ettiğini düşündürüyor.

Ve tekrar hatâ, tekrar hatâ; her seferinde hatâ işlemeye devam ediyor. Ukrayna ordusu ve halkı, beklediğinden çok daha dişli çıkıyor; Batı’nın yaptırımları, beklediğinden çok daha ağır çıkıyor, Rus ekonomisini felâkete sürükleyebilir gibi gözüküyor. Bir yandan da Rusya bütün dünyadan hızla tecrit oluyor; Avrupa Konseyi üyeliği 41-2-2 oyla askıya alınır, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 141-35-5 oyla kınanırken, etrafında bir avuç bağımlısı ve müşterisinden başka kimsenin kalmadığı gözleniyor. Nükleer caydırı gücünün “özel alarm” haline geçirilmesi gibi, tam ne anlama geldiği bile pek anlaşılmayan blöf veya şantajı da, gene hiç iyi düşünülmemişliği içinde, hepsinin üstüne tüy dikiyor.

Bu da bizi (2) NATO’nun tuzağı teorisine getiriyor. Bu faraziye, işgal denemesinin üçüncü veya dördüncü gün zuhur etti televizyon programlarında. Bir kısım, kuşkusuz çok donanımlı güvenlik uzmanlarımız ve general-amiral emeklilerimiz, stratejik deha söyleminden NATO’nun (veya Batı’nın) tuzağı söylemine pürüzsüz geçiş yapıverdi.

Fakat bu noktada da, dayanamıyorum sormadan: Nedir bu NATO tuzağı meselesi? Bir, Batı uzun vâdeli politikasıyla Rusya’yı provoke etmeye çalıştı da başarı mı kazandı; bu mudur kastedilen? Hani nerede? NATO zorla mı genişlemeye kalktı doğuya doğru? NATO’nun çeşitli ülkeleri üye olmaları için sıkıştırmak, onlara üyelik dayatmak diye bir yaklaşımı oldu mu, geçmişte veya bugün? Yok böyle bir şey. Tersine, Sovyetlerin dağılması sonucu biraz rahatlamışken kendilerini tekrar tehdit (somut durumda, Rusya’nın tehdidi) altında gören ülkelerin kendileri başvuruyor, kâh AB’ye, kâh NATO’ya girebilmek için. Başvurmasınlar mı? Sadece Rusya’nın “haklı” güvenlik kaygıları var da onların olamaz mı? Ukrayna’nın olamaz mı güvenlik kaygıları, Rusya karşısında? Slavoj Zizek çok güzel izah etmiş buradaki sakatlığı, Serbestiyet’te yayınlanan ve uzun zamandır ilk defa, başından sonuna kadar her satırına katıldığım bir yazısında (Bu, Versay Antlaşması’nı bahane ederek Hitler’i haklı çıkarmakla eşdeğer, 4 Mart 2022). Gerçekten, nedir anlamı bazı Büyük Devletlere böyle bir ayrıcalık tanımanın? Bunun, Nazilerin üstün Germen ırkı için özel bir lebensraum (yaşam alanı) arayışından ne farkı var?

İki. Batı veya NATO tuzağı fantezisinin olası ikinci dayanağı. Yani Rus ordusu Ukrayna etrafında yığınak yapmaya başladığı ve bu farkedildiği andan itibaren, Batı göz yumup sessiz kalarak ya da aşağıdan alarak önünü açar gibi mi yaptı Putin’in? Ne alâkası var? Tam tersine. 1938’de Münih’te İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain ve Fransa Başbakanı Edouard Daladier’den çok farklı davrandı, Biden ve hemen bütün diğer Batı liderleri. Zerrece prim vermediler, 1930’ların yatıştırmacılığı gibi hayallere. Başından beri çok sert uyardılar Putin’i. Bak, yapma, çok kötü olur, sert yaptırımlar uygularız, seninle savaşmayız ama Ukrayna’ya yardım ederiz ve edeceğiz dediler. Genişleyen bir birlik ve artan bir kararlılıkla verdiler bu mesajı. Daha ne yapsınlardı? Dedikleri gibi de yaptılar sonunda. Putin görmezlikten ve duymazlıktan geldiyse, onun problemi.

Halen de Batı hem ihtiyatlı hem kararlı gitmeyi sürdürüyor. Hiçbir provokasyonuna uymuyorlar Putin’in. Nükleer blöfünü tırmandırmaya kalkmıyorlar. Doğrudan asker yollamıyorlar. Ukrayna üzerinde “uçuşa yasak bölge” ilân etmiyorlar (Zelensky’nin ısrarlı talep ve suçlamalarına rağmen). Çünkü şunu biliyorlar: Rusya tanımayacak bu yasağı. Savaş uçaklarını kasten sokacak o hava sahasına ve NATO’nun önünde ya düşürmek veya geri çekilmekten başka çare kalmayacak. İyi de, tuzak bunun neresinde?

Şimdiye kadar, Avrasyacılık ve Putin hayranlığı üzerinden gelişen apolojileri konuştuk. Madalyonun diğer yüzünde, bir de garip bir Ukrayna düşmanlığı var, yüzleşmemiz gereken. Örneğin (3) faşist Ukrayna cuntası tipi etiketlemeler. Veya, PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın Ukrayna yönetimine “işbirlikçi, uşak” demesi. Bir yönüyle bunlar da Rus propagandasının papağanlığı. Ukrayna’nın güya toptan neo-Nazi olduğu karalamasının tekrarı, İkinci Dünya Savaşı kadar gerilere uzanıyor (bu konuda bkz Serbestiyet’te çıkan şu iki kapsamlı yazı: Nesi Altaras, Putin’in Nazisizleştirme bahanesi ve Ukrayna’nın Yahudi cumhurbaşkanı, 26 Şubat 2022; Abdullah Keşvelioğlu, Ukrayna neden “Küçük Rusya” olmak istemiyor, 4 Mart 2022).

Fakat o tür tarihî arkaplan bilgilerinin ötesinde, bazı basit akıl, mantık ve insaf sorunları da geliyor akla. (i) Cunta. Ukrayna cunta yönetiminde mi? Ukrayna devlet başkanlığı seçimleri, 31 Mart ve 21 Nisan 2019 tarihlerinde iki turlu olarak yapılmadı mı? 21 Nisan’daki ikinci turda, rakibi (önceki cumhurbaşkanı) Poroşenko’nun yüzde 25 oyuna karşı Zelensky neredeyse yüzde 73 oyla cumhurbaşkanı seçilmedi mi? Cunta bunun neresinde?

(ii) Milliyetçilik. Evet, Ukrayna da milliyetçi. Büyük Rus milliyetçiliği karşısında, o da milliyetçi ister istemez. İyi de, Putin’in milliyetçiliğiyle kim yarışabilir? Bakar mısınız, Ukraynalıların “gerçek bir millet olmadığı” ve “tarihte hiç gerçek bir devlet kurmadıkları” hakkında söylediklerine? Bir başka yazımda, bunun faraza Devlet Bahçeli’nin veya geçmişte Atatürkçü devletçilerin Kürtlere ilişkin aşağılamalarından farksız oılduğunun altını çizmiştim (Günümüzün karanlığı (4) Çar Vlad’ın beklenen Anschluss’u, 22 Şubat 2022). Bunu da mı görmüyor, fevkalâde enternasyonalist komünistlerimiz? Geçtim. Lenin’in, ezen – ezilen milliyetçilik ayırımını hatırlıyorlar mı? Ya da ne yapmalıydı Ukrayna, milliyetçi olmamak için? Baştan Rusya’ya teslim mi olmalıydı?

(iii) Faşizm. Faşizm mi dediniz? Önce bir Rusya’ya ve Putin’e baksak mı acaba? Suikastler. Zehirlenmeler. Hapisteki muhalifler. Adaylığı yasaklananlar. Basın üzerindeki iktidar tekeli. Şimdi, savaş koşullarında, sürekli yalan, sürekli kara propaganda. Post-truth, dünyadan habersiz bırakılmak istenen bir toplum. Bağımsız medyanın tehdit edilmesi. Dozhd’un, Novaya Gazeta’nın susturulması. En son, savaş hakkında hükümetten farklı haber vermenin resmen suç sayılması. 15 yıl hapisle cezalandırılabilir kılınması. 

*     *     *

İşte böyle. Kafam karışık, gördüğünüz gibi. Eleştirsem mi, eleştirmesem mi? İnansam mı, inanmasam mı? Sanırım bu solcularla, emekli askerlerle, medyacılarla, Avrasyacılarla, güvenlik uzmanlarıyla, hattâ bazı akademiklerle, her türden ekran gülleriyle biraz farklı evrenlerde yaşıyoruz. Öncelikle gerçeklik, veri, kanıt, sebep-sonuç ilişkileri… ve nihayet, entellektüel dürüstlük (en basiti, yanıldığında yanılmışım diyebilme) açısından, zıt yaklaşım ve konumlardayız.

Fakat ne bileyim, belki de ben yanılıyorumdur. Belki de hayranlığımı korumalıyımdır, memleketin böyle benzersiz, bu kadar seçkin düşünür ve aydınlarına.

——————–

(*) Kutsal Aile: Marx ve Engels’in, tanışıklıklarının başlangıcında, 1844 yaz ve sonbahar aylarında birlikte yazdıkları ilk kitap. O sıralarda günün modası olan Genç Hegelciliği, daha özel olarak Bauer Kardeşleri (Bruno ve Edgar Bauer’i) hedef alıyordu. Buna, Hıristiyanlığı yenileyip canlandırma tasavvurları da dahildi. Ne acı ki, bugün Marksizmin kendi mirası (ve ona sımsıkı sarılanlar) da yeni bir Kutsal Aile oluşturmakta; onlar da aynı anti-dogmatik hiciv yaklaşımını hak ediyor.

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!