Tunus’ta başlayarak Mısır’a, Libya’ya ve Yemen’e kadar neredeyse tüm İslam coğrafyasını etkisi altına alan isyan dalgası Türkiye’yi daha fazla konuşulur hale getirdi. Nahda lideri Raşid el Gannuşi’nin Türkiye’yi örnek aldıklarını, Tunus’taki muhalefetin demokratik bir devrim gerçekleştirdiğini açıklamasının ardından, Mısır’daki İhvan sözcüleri de benzer açıklamalarda bulundular. İslam dünyasındaki sokak hareketlerinin adres olarak gösterdikleri Türkiye demokrasisi gerçekten bir model olabilir mi?
Bu soruya cevap aramadan önce, isyan eden hareketlerin Türkiye modelinden ne anladıklarına bakmak lazım. Mazlumder’in davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Suriye İhvan-ı Müslimin lideri Riyad el-Şıkfi, “neden Türkiye’yi model olarak alıyorsunuz, Türkiye’nin laik yapısı mı, demokrasisi mi” şeklindeki soruya, “Biz Türkiye’deki gibi demokrasi istiyoruz. Ülkelerimizdeki iktidarları seçimler yoluyla değiştirme imkanı yok. Mübarek 30 yıl, Kaddafi 42 yıl, Esad rejimi ise 41 yıldır iktidarda. Kendileri öldüklerinde yerlerine oğullarını bırakıyorlar, ne özgür bir seçim imkanı var, ne de muhalefet imkanı” diyerek, demokrasiden seçme ve seçim yoluyla iktidarı değiştirme imkanını kastettiklerini açık bir şekilde ortaya koydu. Demokrasi ve laiklikten, Türkiye’de olduğu gibi “Batıcı, emperyalizm işbirlikçisi, İslam karşıtı” bir rejimi anlamaları mümkün olabilir mi? Kendilerini “Kur’an ve Sünnet çizgisinde bir hareket” olarak tanımlayan bir örgütün mensubunun, Batı’da üretilmiş ve işgal ettiği topraklarda Emperyalizmin kolluk hizmeti gibi görev yapan “İnsan Hakları”, “birarada yaşama, sınırsız ama müstekbirlerin saltanatına müdahale etmeyen özgürlük” söylemini fütursuzca sahiplenebilmesi mümkün müdür?
İslam dünyasındaki muhalefet hareketlerinin Türkiye’ye baktıklarında “Kemalist zorbalığa, darbecilere karşı” direnmeye çalışan sivil bir idareyi ve tüm darbe tehditlerine rağmen sandığa gitme kararlılığını gösteren halkı görüp etkilendiklerini söyleyebiliriz. Elbette bu durum yadsınamaz. Fakat, bu muhalefet hareketlerinin Türkiye’deki İslamcı olarak kabul ettikleri Ak Parti olgusunu ve İslami muhalefeti tam anlamıyla tanımadıklarını da göstermesi açısından eksik bir okumadır.
Mısır’da ya da Suriye’de İhvan mensubu olmanın “ölüm cezasına” kadar varan bir karşılığının olması, bu kardeşlerimizin nasıl bir ortamda İslami mesajı yaygınlaştırmaya çalıştığını göstermesi açısından önemli. Fakat işte tam da bu durum bir “iddia”nın, hem de Türkiye’dekiyle kıyaslanamayacak bir iddianın varlığını da ortaya çarpıcı bir şekilde koyuyor. Anayasaları İslami hükümlere aykırı olmayacak şekilde düzenlenmek zorunda olan bu ülkelerde “İslamcılık” Türkiye’dekinden çok daha farklı bir olguyu işaret ediyor.
Türkiye hangi yönüyle model olacak? Türkiyeli İslamcıların son 25 yılının en önemli gündem maddesi -haklı olarak- başörtüsü yasaklarına karşı direnmek olmuştur. Elbette, ekonomik sömürüye, emperyalist işgallere karşı olmak gibi bir gündemimiz olmadı diyemeyiz. Fakat, bu gündem sadece sınırlı ve ilkeli bir çevrenin dışındakilerin gündemi olmuş mudur? Oysa ki, İslam dünyasının hiçbir ülkesinde –Tunus hariç- İslamcıların hicap diye bir gündemi yoktur. Aynı şekilde, Kur’an eğitimi, hafızlık kurumu, Şeriat hükümlerinin tedris edildiği medreseler hangi İslamcı hareketin gündemindedir? Dünyadaki İslamcı yapıların böyle sorunları neredeyse hiç olmamıştır. Şu bir gerçektir ki, İslam dünyasındaki en başarılı Kemalist proje Türkiye’de tatbik edilmiştir. Bu proje sayesinde, Türkiye’de islam’a ait olan her kurum, her düşünce ve yaşantı biçimi öylesine tahrip edilmiş ve saldırıya maruz kalmıştır ki, Türkiyeli İslamcıların bu dehşetli saldırı karşısında, iktidarı değiştirmek, kendisinden gasb edilenleri geri almak ve yeniden İslami bir düzen ihdas etmek gibi bir TALEP’leri dahi olmamıştır. Çünkü, en basit ve en temel İslami taleplerimizi dillendirdiğimiz için, darağaçlarında sallandık, müebbet hapislerle cezalandırıldık, sürgünlere, katliamlara maruz kaldık.
Müslümanlar, taleplerini binbir çeşit kılıfa büründürdükten, adeta kuş dili konuşmak suretiyle ve egemenlerin çizdiği alana sıkışmış olarak terennüm ettiler. AP, DP ve sonrasındaki tüm sağcı-muhafazakar çizgi içerisinde kendilerini ifade etmeye çalıştılar. Türkiye’deki rejim için daima birinci öncelikli tehdit olduğumuzdan, asla açık İslamcı bir kimlikle siyaset sahnesinde yer alamadık. Oysa ki, Sovyet Komünizmine karşı ABD paktında yer alan Türkiye’de komünist partiler, kendi program ve kimlikleriyle var olabildiler. Darbelerde, sol muhalif öğretim görevlileri üniversitelerden kovuldular, doğru. Sonrasında afla geri döndüler. Oysa ki, 28 Şubat darbesiyle, üniversitelerden Müslümanların potansiyelinin yarısı –başörtüleriyle görünür oldukları ve kolay teşhis edilebildikleri için- bir gecede tasfiye edildi. TC tarihinde hiçbir siyasi muhalif harekete karşı böylesi topyekün bir tecrid ve tasfiye yapılmadı. Fakat, kendimize yapılan bu zulmü, en başta kendimiz yeterince önemsemedik. Müslüman kadınların ödediği bu bedeli, silahlı sol örgüt mensuplarının ödedikleri bedelle mukayase eden ve “28 Şubat’ta ne bedel ödedik ki?” diyen, muhakeme ve mukayase özürlülerimiz dahi oldu.
AK Parti 8 yıllık iktidarının son günlerinde başörtüsü yasaklarını bir parça hafiflettiği için, Müslümanlar seslerini soluklarını kestiler. 12 yaşında şer’i mesuliyeti başlayan kızlarımız okullarında başörtülü oldukları için tecrid edildiklerinde ise devletin en üst makamı tarafından “provakatörlükle” itham edildi. Müslümanlar ise yine birilerini yıpratmamak adına sessizliklerini muhafaza ettiler. İslamcılar, sekiz yıllık kesintisiz zorbalığı yüzünden bu durumda olduğumuzu dillendirmedi dahi. Yani, en temel haklarını “talep” dahi etmediler.
Aceleci, provakatör, marjinal
Bizler alfabesini kaybetmiş bir halkın çocuklarıyız. Kütüphanelerimiz ilmi kitaplarla dolu, fakat okuyabilecek, anlayabilecek kimsemiz yok artık. Bu ülkedeki 5 bin küsür caminin 2 bin 500’ü haraç mezat satıldı 1925-1935 yılları arasında. Tek bir medresemiz dahi kalmadı. Alimlerimiz, hafızlarımız, Mısır’a, Suriye’ye kaçmak zorunda kaldılar. Unutulmasın diye gizli gizli Kur’an yazdık yıllarca.
Mescitlerimizin, düzenin söylemi tarafından işgal edildiğini, Cuma hutbelerinde bize bu zulmü yaşatanlara dua edildiğini, minarelerimizin dahi düzenin propaganda aracına dönüştürüldüğünü gördük, fakat bu zulmü teşhir etmekten bile imtina ettik. Bu çirkefliğe itiraz eden bir avuç Müslüman ise yine aynı kişiler tarafından “aceleci, provakatör, marjinal” olmak ithamından kurtulamadı.
İhvan lideri Şıkfi, Hama Katliamını anlatırken, Cumhuriyet idaresinin yaptıklarını hatırladım. Fakat iki zulmü kıyaslamak için değil! 30 yıl önce 12 bin Müslüman’ın katledildiği 20 bin Müslümanın kayıp olduğu bu katliamı, Şıkfi daha dün olmuş gibi, dünyanın farklı bir ülkesinde düzenlenen bir basın toplantısında anlatıyordu. Yani, yapılanları unutmamış ve hesabını sormak için durmaksızın çalışıyordu. Oysa ki, Türkiyeli Müslümanlar bırakın Şeyh Said’in hesabını sormayı, ağızlarına almaya dahi yıllarca korktular. Türkiye bu yönüyle mi model olacak?
Bu zalim kral ne zaman gidecek?
En zalim krallar, nemrudlar dahi 30 bilemediniz 40 yıl kan dökerek iktidarlarını muhafaza edebildiler. Oysa ki Türkiye’de adına laik-demokrasi denen bir ceberut kral 90 yıldır mevcudiyetini tahkim ederek sürdürüyor. Üstelik son 60 yıllık iktidarını sağcı-muhafazakar çevrelerin kendisini takdis etmesine borçlu. Bu tuğyana karşı duran bir avuç Müslüman ise, başta bu çevreler tarafından meczup, provakatör olarak görülüyor. Asıl acıtıcı olanı, bu meşum koroya, şimdilerde eskinin İslamcılarının da katılıyor olması. Türkiye’de seçimler yapılıyor ve hükümetler değişiyor. Doğru. Fakat, Kemalizme ittiba etmeyen bir partinin bırakın hükümet olması, kurulması dahi mümkün değil. En dindarından en solcusuna kadar her parti kurulur kurulmaz soluğu Anıtkabir’de alıyor. İsterse almasınlar. Rey veren halk da tercihte bulunurken, “ehven-i şer” diyerek eylemini tanımlıyor. Yani “şerlilerin içinde en az şerlisi!” Yani “hayr” hiçbir denklemde kendine yer bulamıyor. Bunun adı demokrasi.
28 Şubat’ın mimarı general, demokrasilerine balans ayarı yaptığında şöyle diyordu: “demokrasinin kendini koruma refleksi vardır”. Bu refleksi, Müslümanlar 90 yıldır sırtından inmeyen paslı coplardan, ya da balyozlardan tanıyorlar. Şimdi diyecekler ki, “Demokrasi olmasaydı, sen bunları yazabilir miydin? Bu fazilet rejiminin kıymetini bilin” Evet, demokrasi bir fazilet rejimi! Celladımıza “Sen benim celladımsın” diyebilme hakkını bize lutfeden bir fazilet! Müslümanların büyük çoğunluğu ise, bırakın varlığına kast edenleri teşhir etmeyi, celladına tazimde bulunmanın yarışında.
Cumhurun reisi, kendi hanımını devletin resmi törenlerine götürdüğü için generaller tarafından boykot ediliyor. Öyle bir ceberrut anlayış ki, kendine tazimde bulunmayı dahi bir lutuf haline getiriyor. Müslümanlar ise buradaki ayrımcı uygulamayı tartışıyor. Hiç kimse, “Allah’ın ayetlerini başında taşıyan bir hanım, neden varlığına kasteden bir müstebide tazimde bulunmaya gider?” diye sormuyor. Çünkü böyle bir talebi dahi yok! Türkiye bu yönüyle mi, Müslümanlara örnek olacak?
Kendisini muhafazakar-demokrat olarak tanımlayan ve İslamcı hiçbir iddiası olmayan AK Partiden, bu kimliği sebebiyle çok şey beklemiyoruz. Fakat, AK Partiye oy veren halkın ekseriyetinin, Kemalist darbeci düzenin sahiplerine karşı, bu partiyi iktidara taşıdıkları da unutulmamalıdır. Parti tabanı, Demokrat Parti’den bu yana tevarüs eden alışkanlıklarıyla “muhalefet” anlayışlarını bu şeklide göstermektedir. Çünkü, Türkiye şartlarında başka bir yollarının olmadığını düşünmektedirler. AK Parti’nin halkın taleplerini –her ne kadar gerçekçi bir muhalefet tarzını yansıtmasa da- dikkate alma mecburiyeti vardır.
Fakat yine de içinde bulunduğumuz bu durumda asıl sorumluluğu olanlar, Türkiyeli İslamcılardır. Kendilerini İslamcı olarak tanımlayan –bugün her ne kadar bu şekilde anılmaktan imtina edenlerin sayısı çoğalsa da- kişiliklerin ve hareketlerin, taleplerimizi yüksek sesle dillendirme, özgün ve devrimci bir İslami duruş sergileme sorumlulukları yok mudur? Sorumluluklarını erteleyen, kimliğini bir şekilde sürekli olarak gizleyen ya da örten anlayışın; bu duruşuyla, düşünce dünyamızın ve kavramlarımızın içinin boşaltılmasında en ciddi payı olduğu aşikardır. İçimizden birileri dahi, İslamcılığı “hukuk devleti ve insan haklarına saygı gösterilmesi mücadelesi ve halk iradesinin tesisi” olarak tanımlayabiliyorsa, bu zihniyet inkırazını neyle izah edebiliriz?
Tahrir Meydanı model mi?
İran’da yönetimin, İslam’ın “münkerden nehyetme” vazifesini yerine getirme çabasını, “halk üzerinde ahlaki vesayet oluşturma” olarak tanımlayan bir zihin doğal olarak yakında, İslam’da devletin olamayacağını söyleyecektir. İslami bir yönetimin ihdas edilmesi isteğini “yeşil toplum mühendisliği” olarak gören bir anlayış, Hizbut-Tahrir’den İslami Cihad’a uzanan tüm birikimlerimizi ise Tahrir Meydanı’na gömmektedir. Bu anlayışa göre, halkı kuşatabilmenin yolu, halkın önünde değil, ardında yürümekle mümkündür. Halkı kendine benzetmek değil, halka benzemek; İslami kimliği halka taşımak değil, ulusal bayrakların gölgesinde, ABD ve Küresel Emperyalizme ses çıkarmadan eylem yapmayı yüceltmek anlamına mı gelmektedir?
Mısır’da ya da Tunus’da kardeşlerimizin önceliklerini, içinde yaşadıkları durumu tam anlamıyla bilmemiz mümkün değil. Tahrir Meydan’ında gördüklerimiz ise bir diktatörün –her ne şekilde olursa olsun- devrilmesi çabasıdır. Ve takdir edilmelidir. Fakat kimse bu meydandan bize bir yol haritası çıkartmaya, siyasi bir bilinç ithaline kalkışmasın.
İslamcılık, en kaba hatlarıyla, yeryüzünde Allah’ın dinini, emrettiği yaşam tarzını hakim kılma mücadelesidir. Bu tanımlamayı yapmaya her halde en çok bizim hakkımız var. Çünkü, Allah’a şükür, biz hala İslamcıyız. Taleplerimizle, kimliğimizle, bir avuç olsak da varız. Kimsenin, Abdülkadir Udeh’lerin, Seyyid Kutub’ların bedel ödeyerek bizlere miras bıraktığı bu anlayışın, bu mücadele hattının içeriğini boşaltmasına değiştirmesine de izin vermeyeceğiz.
Talep etmezseniz, var olamazsınız. Yoksunuzdur. Türkiyeli Müslümanlar, kendilerine 90 yıldır reva görülen zulmü teşhir edip, onunla hesaplaşmadan; mescitlerini, medreselerini, alfabesini, velhasıl kaybettiği, kendisini var eden her şeyi yeniden elde etmek için mücadele vermeden, en azından bunu “talep etmeden”, asla Müslümanlara model olamazlar.